Saturday, December 26, 2020

ATLAS YORGAN

ATLAS YORGAN



Sen istemezsen seni kim değiştirebilir ki...

Kim kaldırabilir sahibi istemezse zırhını kalbin...

Kalp senin.


Atlas bir yorgan gibi seril istedim...

Atlas bir yorgan gibi örtül üstüme...

Sıcakta bile ayaklarımın dibinde....

                                                    ... üşürsem diye.

İçim buz kestiğinde koltuğumun altından yüzüme doğru çekilmiş; atlası mavi.

                 ...yumuşak beyaz bir ketenle, irice aralıklarla dikilmiş...


Eski bir geleneğin; 

             ....bak deterjan değil,  tütsülenmiş beyaz bir sabunun...

                                            hala dumanı tüten sıcak suyla yıkanmış,

                                                          acıları yok eden, elle çitilenmiş kokusu.

Aldanma;

... eski evlerin salonlarına işlenmiş bir nakış gibi, sobaların üstünde kurutulan çarşafların kokusu bu.



Sen istemezsen seni kim değiştirebilir ki...

Kim kaldırabilir sahibi istemezse zırhını kalbin...

Kalp senin.


Atlas bir yorgan gibi sarıl istedim.

Bi çocuk gibi altında, gölgesi aşktan ve  serinliği azıcık nefes almak için çıkarttığımız dışarı, nemli burunlarımızı... 

İçerden dışarı doğru vurabilirdi o zaman işte ışığı aşkın...


Atlas bir yorgan gibi koru istedim...

Gerektiği için değil, öylesi güzel olduğu için.

Bir postal gibi giyebilirdim o zaman ayaklarıma seni...

Ne kar, ne yağmur, ne çamur ne de soğuk işlemezdi o zaman bana...

Bir yanaklarım kızarırdı belki, bir de belli belirsiz çillerimin çevresi...

Soğuktan değil, mahcubiyetten biraz.                

Birlikte utanabilirdik o zaman işte, mavi atlas bir yorganın altında...

 ... ikimiz... sorular olurdu... ama cevapları sayılmazdı; işlenmezdi deftere.

Kalemi, kitabı, kanunu olmazdı... ne baştan yazılırdı ne de bu kadar korkuturdu sonu.


Ama sen istemezsen kim değiştirebilirki seni...

Kim kaldırabilir sahibi istemezse zırhını kalbin.

Kalp senin.


Göbeğinde mavi bir güneş işlemesi olurdu yorganın. Atlas yorganın.

Sen olmayınca gözlerine bakabilirdim o zaman.

Kenarlarına rüzgar işlensin isterdim, çünkü bilirdim ki rüzgar da sarabilir bazen insanı.




Ben sen bana atlastan bir yorgan ol istedim. 

Öylece seril istedim, altına kendimi serdim.

Valla hiç korkmadım, hiç düşünmedim. 

Neyse yine de dediğim gibi; kendinden çıkamıyor insan eğer istemezse...

Pikeler örtüyor yazları üstüne, kışları ilikli nevresimler...

Atlas yorganlar düşlüyor ama, zırhını çözemiyor insan bazen kalbinin.

Kim kaldırabilir sahibi istemezse zırhını kalbin?




Thursday, November 07, 2019

DÜNYA SADECE ÇOĞUNLUĞA HİZMET ETMEK İÇİN YOKTUR! FARKLI OLAN DA ÇOĞUNLUĞUN TOPRAĞINA DOĞMUŞTUR!


DÜNYA SADECE ÇOĞUNLUĞA HİZMET ETMEK İÇİN YOKTUR.
FARKLI OLAN DA ÇOĞUNLUĞUN TOPRAĞINA DOĞMUŞTUR!

Biz ne vakit bu kadar kötü olduk, ne ara vicdanlarımızdan kova kova su sızdı, ne zaman cehalet aldı başını gitti, bakar kör olduk, anlamaz olduk, aymaz olduk, tahammülsüz olduk?
Ne zamandır bu kadar çok düşünür olduk sadece kendimizi?
Bütün çocukların bizim olduğu mahallelerde büyümedik mi biz?
Eskiden çok eskiden o tanılar, tanımlamalar, testler, DSM ler bilmem neler yokken ya da bu kadar bilinmiyorken her mahallede bir farklı çocuk,  genç hatta yetişkin yok muydu? Saf biraz denirdi. Azıcık asabidir denirdi yahu en fazla yarım akıllı denirdi. Büyüklerimiz onu mahçup etmemeyi öğretirdi, koruyun derlerdi, salçalı ekmeğimizi bölüşeceksek en iri lokmayı farklı olana verirdik. Fasülyeden oyuna dahil etmek diye bir şey vardı. Mahsusçuktan kazandırırdık. Sırf biraz daha fazla yüzü gülsün diye. Köyün delisi diye bir kavram vardı. Ama bütün bilgeler hep o delilerden çıkardı; ne haber? Tekrar söylüyorum, tanı yoktu, tanım yoktu, testler yoktu, etiketler vardı ama öyle yumuşacıktı ki, ciğerini yakmazdı kimsenin.
Soruyorum size biz ne zaman bu kadar hain, bu kadar zalim, bu kadar vicdansız olduk?
Aksarayda bir devlet okulunda Otizm tanısı almış çocuklar için çocuk, genç, ebeveyn, müdür, muhtar birbirine girmiş. 
Okulda istenmiyorlarmış. Zaten topu topu dört tanecik çocuk. Başlarında iki tane öğretmen. Arka kapıdan içeri giriyorlar, diğerlerinin arasına karıştırılmadan kendi bahçelerinde alanlarında teneffüse çıkıyorlarmış ama istenmiyorlarmış. Ne yapacakları belli olmazmış, normal çocuklara zarar verirlermiş, ya birini pencereden itselermiş. 
Herkes elbirliğiyle istemeyiz okulumuzda demiş. Çoğunluktaki aileler, otizmli çocukların ailelerini yuhalamış, protesto yapmışlar. Protesto arkadaş! Dünyada, memlekette  binbir çeşit kötülük var; sesinizi çıkartmıyorsunuz bunu protesto mu ediyorsunuz! Neden? O çocukların alanlarını daraltır, onların eğitim haklarını ellerinden alır, kendinizden uzaklaştırırsanız daha mı akıllı olacak sizin çocuklarınız? Bütün o sınavlardan geçecek de  hepsi şahane doktorlar, mühendisler, öğretmenler, yöneticiler, milletvekilleri, sanatçılar filan mı olacaklar? 
Farklı olan bir çocuğun okulundan gönderilmesi için annesi, babası okul bahçesinde protesto yapan, diğer anne babalara bağıran, yuh diyen bir çocuk öğretmen olsa nasıl bir öğretmen olur? Dünya üniversite bitirse sekiz master yapsa ne fayda? Sizin o okul bahçesinde ne yaptığınızı gördü sizin çocuğunuz. Dünya;  işi gücü mevkisi, parası pulu yerinde bir takım vicdansızların elinde farkında mısınız? Dünyayı onlar yönetiyor. 
Bunu bu hale biz getirdik biz,  farkında mısınız? Bu dünya çok savaş, çok yoksulluk, çok zülüm gördü. Kim yaptı bunu? Biz. Normaller. Vallahi bu işlerde farklı doğan ve farklı gelişenlerin hiç parmağı olmadı ben size söyleyeyim. Bu işlere hiç karışmadılar. Hiç değilse vicdan sahibi çocuklar yetiştirelim, yapmayın yahu.
Bir kaç olay peş peşe geldi.
Herkese yazıyorum. Yazmak zorundayım. Okuyanların bir kısmı beni tanıyor olacak, bir kısmı ne mene bi şeyim biraz duymuş olacak, bir kısmınız beni hiç tanımıyor olacak. Ben önden önden söyleyeyim. Uzun süredir Farklı olan ve Farklı gelişen çocuklarla özellikle otizm tanılı gençler ve çocuklarla çalışıyorum. Bir topluluk var. Bu topluluk bir azınlık. Bizim topraklarımızda yaşıyorlar. Farklı gelişen çocuklar, gençler, anneleri babaları, kardeşleri, ananeler, dedeler, iyi liyakat sahibi eğitimciler. Ben kendimi bu topluluğun bir parçası sayıyorum. Bu insanların ciğerleri yanıyor. Onların çocukları için gösterdikleri azmi, cesareti, gayretin küçücük bir kısmını biz bu dünya için, bu dünyanın bütün çocukları için gösteriyor olsaydık, bu dünya bambaşka bir yer olurdu. Geçen yıl; otizm tanılı bir çocuğun annesini buralardan gönderdik. Gitmeyi kendi seçti. Dayanamadı. Çünkü biz hepimiz onun üzerinden ellerimizi çektik. Ciğeri yana yana gitti. Bizim ciğerlerimizde ne yükseliyor peki? Yuh sesleri... Yuh diye soluyoruz, burada işin yok diye soluyoruz, kendin gibilerle kendi çukurunda kal diye soluyoruz, benim çocuğum da benim çocuğum diyoruz, çocuğumuzun gözü önünde bağırıp çağırıyoruz, çocuğumuzun gözü önünde ötekileştiriyoruz. Ne vakit siz yuh demek yerine, salçalı ekmeğini, elmanı paylaş evladım derseniz, ne vakit incitme kırma derseniz, ne zaman onunda başka sıra dışı şahane özellikleri var, gel bir de ona bu pencereden bakalım derseniz o zaman duracak savaşlar, hainlik, yokluk, kavga, itişme tepişme. O vakit kalp kendi gerçekliğini;  sesini, ritmini, cismini, nefesini bulacak.
Geçen 7 yaşındaki kızım, okuldan gelince, okulda yazdığı cümleleri gösterdi. İyilik yapmakla ilgili bir yazı yazmışlar. 2. sınıf öğrencisi Masal Deniz. Yeni yeni kendi cümlelerini kuruyor. İlk cümlesi “ otizmli çocuklara hep birlikte iyilik yapmalıyız” Sınıf arkadaşlarından biri otizmli çocuklar hastadır. Onlara dokunursak hastalanırız demiş. Sen ne cevap verdin kızım dedim. Ben hep dokunuyorum hiç hastalanmıyorum. Begüm beni hep öper dedim, hasta değil onlar sadece bizden farklılar dedim dedi. Belki de arkadaşın hiç otizmli biriyle karşılaşmamıştır, bilmiyordur, sen anlatsaydın dedim. Anlatamadım anne çok üzüldüm dedi. Oysa Masal Denizin okulunda bir otizmli kaynaştırma öğrencisi var. Ben bu yıl tanıştım. Bu çocuk okulda görünmez mi? Acaba okullarda çocuklar ötekini hastalıklı sanmasınlar diye bir farkındalık programı yürütülemez mi? Anne baba eğitimleri verilemez mi? Koskoca değil miyiz biz yahu,  kalabalık değil miyiz, bir sürü insan değil miyiz? Eğitimcilerimiz yok mu, devlet büyüklerimiz, zengin amcalar, duyarlı insanlar... Neden hiç bir şey yapamıyoruz. Yoksa o salçalı ekmekleri bölüşmeyi unuttuk artık diye mi?
Bir tv dizisi başladı bu yıl. Mucize Doktor. Ben yabancı versiyonunu izlemiştim. Bu alanla ilgili bir iş yapılmasını takdirle karşılıyorum. Yapılan her iş farkındalığı arttırır evet ama çok afedersiniz orada da başka bir sorun var. Çünkü izleyenin algısı karışık. Yıllarca otizmi Rain Man deki Dustin Hoffman sandı bu millet. Sandı ki; biraz arızalı takıntılıdır ama üstün güçleri vardır. Kibrit kutusundaki çöpleri bir bakışta sayar, kumarda fialn 40 sayıyı 50 fotoğrafı çarpıştırır para kazandırır insana. Öyle değil işte o. Otizm spekrumu geniş bir yelpaze. Hiç konuşamayan var, konuşmayı tercih etmeyen var, mental bozuklukla beraber seyredeni var, asperger var, atipik var, var da var. Kimi matematik dahisi, kimi müzikte müthiştir, doğum tarihini söyle doğduğun haftanın gününü söyler sen içinden üç sayıncaya kadar. Avrupanın bütün tarihi köprülerini sayar, dünya kupası maçlarındaki takımları tarih sırasına koyar. Ne şahane değil mi, ama kimisi de içine kapanan küstüm çiçeği gibi olur. Anası babası bir kerecik anne baba desin diye 5 yıl uğraşır. Burada, bu diziyle birlikte otizm ile ilgili yanlış bir algı oluşacak diye çok korkuyorum ben . Her otizmliyi yağmur adam sanacağız diye. Yine de otizmin nasıl dikenli bir gül bahçesi olduğunu bilen aileler çok sevindiler Mucize Dr dan bahsedilmesine, izlenmesine. O kadar çok ihtiyaç var çünkü, çünkü o kadar görünmezler ki, görünür olmayı  o kadar çok istiyorlar ki.
Sonra Nedim Saban mecliste konuştu. Henüz maalesef izleyemediğim bir oyun var. Otizmli bir gencin hikayesi. İyi bir romandan uyarlama. Tiyatro sahnesinde bu konuda bir alan açılmasını da büyük bir takdirle karşılıyorum. Çok kıymetli buluyorum ama Nedim Sabah “ Herkes bir Kıvanç Tatlıtuğ olamaz” dedi. Belki önünde arkasında başka bir cümle kelime var, mutlaka var, olmalı... Nedim Sabanı biraz tanırım, takip ederim, meslektaşımdır. Başka türlü olması mümkün değil. Gazeteciler cımbızlamış oradan o ismi çıkartmışlardır, çekip alıp koymuşlardır. Yoksa otizmi Kıvanç Tatlıtuğ üzerinden anlatmak, tariflemek, örneklemek, tersinleme yapmak filan olası mı? 
Başka bir yerden konuşuyor olmalıydık...
Başka şeyler söylüyor olmalıydık...
Müthiş hassas konular bunlar. Ben şu anda yazarken bile bin düşünüyor, bir yazıyorum. 
Çok incittik bu çocukları, bu aileleri...
Öyle zorlu yollardan geçirdik ki onları, hep yalnız kaldılar o dik patikalarda.
Engellerle kuşattık onları. Neden eskiden “engelli” diyorduk şimdi yeni yeni düzeldi ya , bak ben şimdi anlıyorum. Aslına belki de doğruydu tamlama. Ama “engel “ dediğimiz şey, farklı doğduğun için sana bu bu bu engeli koyuyorum atla bakiym demenin, engellisin işte atlayamadın sıfır demenin sonucuydu. Bize benzemiyor diye biz koymuştuk o çukuru, o taşı,  o duvarı oraya. 
Çünkü başka memleketlerde sen o taşa değme diye hemen kaldırıyorlar o taşı bulunduğu yerden, duvarları yıkıyorlar, çukuru toprakla dolduruyor üstüne menekşeler ekiyorlar. 
Ama ben şükrediyorum biliyor musunuz, o yuh diyen anne babalara minnettarım. Teşekkür ediyorum hepsinin öfkeli seslerine. Otizmi görünür kıldılar. MEB soruşturma açtı, Haberler Aksaray Aksaray diye başlıklar attı. Girdik yani ana habere. Şahane oldu. Ama korkuyorum. Balık hafızalıyız biz normaller. Oysa otizmin hafızası fil hafızasıdır. Kaynaştırma lafıda bi tuhaf gelir bana, kaynaşıversin gibi. Kaynaştırma sınıfları var ya. Ya bu da kaynayıverirse o kocaman gibi görünen küçücük işlerin arasına. Ona buna manasız bin türlü hale şişenler normal hayatlarımızda unutuverirsek bunu da. Ya özel bir gün geldiğinde “ Dünya Özürlüler Günü” yok efendim “ Dünya Otizm Farkındalık Ayı” gibi zamanlarda; böyle içli içli postlar paylaşıp, üç beş gösteri yaptırtıp bu çocuklara, mavi ışıklar yakıp, ah vah, ne tatlı,  ay yazık, zor tabii filan  deyip yeri gelince yine güneş gözlüklerimizi takarsak gözlerimize.? Güneş gözlüğü diyorum, özellikle diyorum, çünkü güneş gözlüdür bu çocuklar, güneş gibi bakarlar... Hiç bir tanesiyle göz göze geldiniz mi? 
İstisnasız hepsinin gözleri ışıklıdır. Kalbe dokunur. Vicdanlıysan ısıtır seni, kara kalpliysen içerden yakar. 
Otizm Eylem Planı var. Bu çok ciddi. Mecliste. Hala geçmedi. Bu çok önemli. Koşulları iyileştirmek için hazırlandı. Neler neler geçti bu geçmedi!
Ben diyorum ki; madem bu oldu. Bu yuhlar işe yarasın. Herkes açsın, okusun baksın, otizm eylem planının meclisten geçmesi için destek versin . Sosyal medyada hiç tanımadığı, bir tanecik kitabını okumadığı, bir tanecik bestesini dinlemediği, felsefesini bilmediği adamların kadınların şiirlerini özlü sözlerini paylaşacağına Otizm eylem planı meclisten geçsin yazsın. Selfi çekeceğine cafede, süslü duvar dibinde gitsin bir farklı gelişenle yanak yanağa fotoğraf koysun, sarılsın kocaman.
Yapın bunu yahu. Vallahi kimseye bir zararları yok. Ben çok otizm krizi gördüm. Bir şey yok yani. Ruhları bedenlerine sığmıyor. O kadar kocamanki  ruhları bedenlerine  küçük geliyor. 
Biz çoğunluğuz, çoğunluk. Onlar azınlık. Ya biz azınlık olsaydık onlar çoğunluk. Bütün dünya nüfusu farklı gelişenlerden oluşsaydı? Bu kafalarla yanmıştınız siz. Hayatta hayatta kalamazdınız. Onlar mücadele ediyorlar, çok cesurlar. 
Toplayın hepimizi bi halt olmaz bizden. Hepimizin toplamından daha kuvvetli, daha güçlü, daha gerçek ve samimi bir duygusal zekayla donatılmış onlar. Dünyayı farklı gelişenlere bırakalım çekilelim biz hatta bana kalırsa; ne savaş olur, ne yokluk, ne hastalık, ne hainlik yemin ederim.
Başka bir dünya var, buna inanıyorum. Çok inanıyorum.
Kalbi kuvvetli, yüzü aydınlık insanlar var. Bu insanlar fikirle, iyilikle, çalışarak, severek, vicdanla, aklı selimle küçücük parantezlerin içine sıkışmış olanlar için parantezlerin içlerini genişletmeye çalışıyorlar. 
Hepimiz tutalım parantezin en yakınımızdaki çizgisini, yapalım bunu ne olur....
Çünkü; 
Dünya çoğunluğa hizmet etmek için yoktur.
Farklı olan da çoğunluğun toprağına doğmuştur.
Yonca İnal.


Wednesday, August 14, 2019

AĞLAYAN KELİMELER VAR YAŞAYABİLMEK İÇİN...

AĞLAYAN KELİMELER VAR YAŞAYABİLMEK İÇİN...

Kelimelerin anlamları var. Sözlükte karşılıkları var. Ama benim için bir de duyguları var. Bir kelimenin bendeki anlamı bazen genel manalara oturmaz mesela. Duygusu, söyleniş biçimi, kullanma biçimim değiştirir kelimeyi. Çok az sayıda kelimeyle konuşur olduk. Öyle zengin bir dilin içinde bunca özenti ve yoksulluk olmasına üzülüyorum. Dile dolanan, birilerinin ortaya attığı kelimelerle oluşmuş bir konuşma biçimi çıkıyor ortaya... Bir süre sürüyor, sonra yenisi geliyor... 
Bazı kelimeler çığlık atıyor gibi geliyor bana.
Unutuyoruz onları. Oysa nefesten sese dönüştüklerinde gülümseyecekler bize. Mesut edeceğiz onları. Raflarda satın alınmayı bekleyen el yapımı bez bebekler gibiler... Bütün eller çin malı plastik oyuncaklara uzandıkça göz yaşı döküyorlar. Ağlayan kelimeler var, yaşayabilmek için.

Heveskar mesela. Ne güzel bir kelime. Meyli ve arzusu olan heves eden demek.
Cümlelere bak şimdi; 
“ay canım ya heves etmiş yazık” Çok tatlı değil mi bu? Neye heves ettiyse artık o kişi. O hevesi anlayan kucaklayan o hevese kıymet veren ama o hevesten de pek emin olamayan bir tatlılıkta.
“İstidadı var mı bilmem ama çok hevesli.” Bak şimdi istidat çok yakışmadı mı hevesin yanına mesela? Hevesli burada kararlı bir nokta gibi. İstidat olmasaydı başında çok heves etmiş yazıktaki duyguda kalacaktı heves. Kelimelerin kimyası müthiş değil mi?
Meyl etmek diye açıklıyor sözlük ama; meyl etmek daha çok; “ Sana meyli mi var ne?” gibi bir cümlede  kullanılabilirmiş gibi geliyor bana.  Meyli daha çok kalple bütünleştiriyor benim dilimin duygusu.
Hatta şöyle bile diyebilirim; “Gönlü sana meyletmek için heveskar bir kuş gibiydi. Bi bıraksa kendini kanatları kalbini yırtarak çıkacaktı yerinden ” Anlamını biraz yerinden kımıldatarak birbirinin sırtına yaslayabiliyorsun kelimeleri. Ne şahane bu, öyle değil mi?

İkinci kelime Sebatkar. Sebatkar; Sağlam, yerinden oynamaz demek. 
“Heveskardı ama sebatkar değildi.”  Ne kadar yakıştı bak  ikisi birbirine. Ne güzel tınlıyor söylenince. 
İkisi bir araya gelince bir üzüntü uyandırıyor bende. Hem bir arzu var içinde, hem de o hevesten gelen heyecanın sadece heves olarak kalmasının acısı.
Hem de bir çeşit ders barındırıyor.
Heveskar olmak biraz uçucu... Ancak sebat ederek meylettiğinde hevesin karşılık bulur diyor.
Heveskar noktalı virgül gibi. Sebat nokta sanki. Hatta daha dik bir cümlede ünlem bile olabilir bence.

Üçüncü kelime İtidal; aşırı olmama durumu, ölçülülük demek. Bence itidal ikisinin arasında durmalı.
Heveskar.
İtidal.
Sebat.

Baktığımda üç tane alt alta çizgi gibi görüyorum kağıtta onları. Dilde ayraç varmış gibi duruyor üçü böyle olunca. 
Bu gün bu üç kelimeyi çıkarttım yerlerinden. Üçü de çocuk gibi sevindiler. Kucağıma atlayıp, zıpladılar, zor zapt ettim. 
Heveskar en küçükleri sanki hoş bir şımarıklığı var. 

Sebat net keskin, yerinden oynatılamaz, katı.

Aralarına itidali koyuyorum. 

Böylece şöyle demiş oluyorum.;

Ah kuzum heveskar olabilirsin ama bu konuda sebat etmezsen hevesin sadece dişinin ucuyla kırıp ağzına attığın fıstıklı çikolata gibi kalır. Sen çikolatayı ağzında evirip çevirirken tamamı başkalarının midesine inmiş olur çoktan. Hevesinle sebat ettiğini itidal ile dengeleyeceksinki; hevesin kursağında kalmasın.

El yapımı üç bez bebek vardı.
Biri maviydi adı Heves idi. Kocaman meraklı kara kara gözleri vardı.
Diğeri İtidaldi; heves ile sebatın arasında oturuyordu, ellerini birbirine bağlamış bacaklarını üstüne koymuştu, küçücük bir gülümseme vardı yüzünde biraz müstehzi. Saçları kırmızıydı, yündendi ve çilleri vardı yüzünde.
Ötekinin adı Sebat tı. İlginçtir çok renkliydi üstü başı. Bazı yerleri alaca bulacaydı renkten. Galiba zor yollar birbirine karışmıştı. Çok net bir duruşu vardı ama ona varan renkler gideceğin yolda kafan karışabilir diyordu. Netliğinde bir çeşit tezat vardı.

Üçünü de aldım. Bir kelime cambazı olduğumu hayal ettim. Bu üç kelimeyle bir ipin üstünde yürüseydim dedim. Nasıl yürürdüm? Böyle yürüdüm🙂


                                                    




Tuesday, May 07, 2019

CANIM MENOTTİ


CANIM MENOTTİ
Hayat birbirine küçücük iplerle düğümlenmiş anlar, durumlar, anılar, duygularla bağlı yemin ederim. İpler ipekten. Düğümler kalbimize o anın, anının giriş hızına, bizde bıraktığı duygunun şiddetine göre şekil alıyor. Sayısı da buna göre belirleniyor sanki; bazen üç düğüm üst üste , bazen tek kalın bir düğüm, bazen keskin, bazen nazlı küçük gevşek üç düğüm yan yana gibi.
Sonra bunlar hiç beklemediğimiz bir anda bize görünüveriyorlar. Bak biz aslında buraya bağlıyız, buradan da sana ve şuradan da başka birine ve oradanda sizi birbirinize bağlıyoruz diyorlar. Çıkıveriyorlar karşına. Görüyorsan anlıyor kavrıyor, şükrediyorsun. Göremiyorsan, görememiş oluyorsun. Çöp yani. Ama görüp de kalbinin zırhını açamıyorsan, boğazında o ipekten iplerin düğümü ile yaşayıp, kendini bi halt sanarak yaşamaya devam ediyorsun.  Bu gün o ipekten iplerin önüme serildiği, düğümlerin her yerden beni tatlı tatlı yakalayıp sardığı bir gün. 
Bu gün günlerden 7 Mayıs. Yıllardan 2019. 
Menotti’yi bilir misiniz?
Cesar Luis Menotti. Futbolcu ve Teknik Direktör. 
Arjantinli.
1938 doğumlu. Annemle yaşıtmış. 
1978 de ben sekiz yaşındayken, annem 2 erkek, 2 kız çocukla uğraşır durur ve sıkı Fenerbahçeli babama dünya kupası maçları öncesi balkona rakı sofrası kurarken; Menotti saha kenarında sigara üstüne sigara içiyormuş. 
41 yıl önce arkadaş! Ben Haziran sıcağında çiçekli basma şortumla babamın göbeğinde Arjantin Hollanda final maçını izlerken, Kempes gol kralı Menotti fenomen oluyormuş. 
Annem babama mutfakta şekersiz Türk kahvesi pişirirken, babam Ayhan Işık bıyıklarıyla ne maçtı ama diye keyifli keyifli gülüyor anneme Halisss kahve diye sesleniyormuş. Oysa annem  90 artı 15 er dakikadan 30 dakikaya kurulmuş ev hanımlığıyla kahveyi ocağa çoktan koymuşmuş.  Babamın futbola düşkünlüğü, Fenerbahçe sevgisi bana, erkek torunlarına epey bi işlemiş ama benimki sonradan geçmişmiş.  Bence 70 lerin ruhu 90 larda hayli bozulmuş çünkü. E bende bu duruma hayli bozulmuşum, bırakmışım gitmiş. Mişli geçmiş zaman.
Sonra mişli geçmiş zaman bu güne gelmiş. Küçük ipekten ipçiklerin düğümleri “buradayız” demişler; “bizi gör”
Benim en eski öğrencilerimden biri “ sınırda...” tanısı almış bir genç. Neyin sınırıysa artık. Güler geçerim.
Koyu Fenerbahçeli.
Bütün hafta sonu bilgisayarın başında oturmuş düşünmüş. ÇGST spor diye bir futbol takımı kurmuş. Pencere ekibinin bütün erkeklerinden oluşan bir takım. Liste önüme düştü. Hoş çocukluğunu mahalle takımındaki tek kız çocuk olarak geçirmiş biri olduğum için kendisine  cinsiyet eşitliği ile ilgili soracaklarım var ama yine de çok hoşuma gitti doğrusu bu iş.
Sonra fark edildi ki; oyuncuları mevkilerine müthiş bir analitik zekayla yerleştirmiş. Hayranlıkla okudum kim hangi bek de, kim kalede, kim libero, kim stoper diye. Sınırdaymış! Gülerim buna. Neyin sınırı! 
Sonra benim güzelim ipekten ipçiklerim beni; Selçuk Yulalara, Cemil Turanlara, İzleyemediğim Leftere, yetişemediğim Basri Dirimliliye götürdü. Son izlediğim Fenerbahçe maçında genç kızdım artık; babamın omuzlarında  büskuvi kemirmiyordum. Cem Pamiroğluna çok yakışıklı baba ya bacaklara bak demiştim de hani babamda ben senin mahalleden arkadaşın mıyım ne biçim konuşuyorsun babanla. Senin için stad maçları bitmiştir demişti. Kaptandı o zaman Cem. Acayip hayrandım. Posteri bile vardı odamda. Nazım Hikmet şiirli kartpostalın yanında Cem Pamiroğlu posteri. Öyleydi bizim gençliğimizin düğümleri işte. 
Neyse oradan Dünya Kupasına sıçramam çok zaman almadı. Böyle nazlı nazlı sallandı, bazen hızlandı bazen yavaşladı ipek ipçikler. Düğümlerin bazısı canımı yaktı, bazısı bana sıkı sıkı sarıldı. Dünya kupası mı bana Menottiyi getirdi, Menotti mi geldi beni buldu, ben mi Menottiyi orası biraz karışık. Ama o Menotti bu Menotti işte.
Annemle aynı yaştaki Menotti.
Ben sekiz yaşındayken Arjantini finale sonra kupaya taşıyan Menotti.
Maradonnayı kadroya almayarak cuntaya posta koyan Menotti.
Futbol sporu varoluşunu, emekçi halka borçludur. Futbolun mülksüz ve hakları elinden alınmış insanlar arasında doğmasının temel nedeninin ucuz ve neredeyse bedava oluşu olduğunu, bu oyunu yoksulların bulduğunu ve ona karakterini yine yoksulların verdiğini söyleyen Menotti. 
Söz söyleme ve özgürce konuşma hakkı elinden alınmış olan sıradan halkın futbolda bir ifade biçimi, bir yaşam içeriği, zekalarını kanıtlama olanağı ve bir kimlik bulduğunu söyleyen Menotti.
Canım Mennotti.
Solun futbolu zekanın en ön sırayı aldığı bir yetenek işidir. İnsan duygularına karşı saygılıdır. Sadece kazanmak için oynanmaz. Daha iyi olmak, sevinç duymak, insan olarak gelişmek için oynuyoruz diyen Menotti. Olaya böyle bakıldığında futbol; sanatın diğer anlatım biçimleriyle, iyi bir filmle, iyi bir şarkıyla, iyi bir şiirle, iyi bir resimle aynı işleve sahiptir. Diğer bir deyişle bizi daha iyi, daha adaletli ve insancıl bir dünyaya hazırlar diyen Menotti.
Sağın futbolu için;  geçerli dünya anlayışını destekler, burada sadece para konuşur, para tüm yolları meşru kılar diyen Menotti. Akla gelebilecek her çeşit kokuşmuş numaradan bahseden  Menotti.
Canım Menotti.
80 lerin sonunda 90 ların başında benim Cem Pamiroğlunun bacaklarından ve koşarken rüzgarda savrulan kıvırcık saçlarından bağımsız olarak neden futboldan uzaklaştığımı bana bu gün bir daha anlatan Menotti. 
Sınırda olduğu söylenen bir gençten, sınırları zorlayan bir futbol adamına geçişteki düğümleri önüme seren hayat bu gün hepimize bir şey söylemiyor mu?
Bana söylüyor. 
Olan, olmuş, olabilecek, olmakta olan her şeyin birbirine bağlı olduğunu...
Düşüncelerimizin içinde bizim için saklanmış küçük, gülümseyen, görebilirsek gülümseten sürprizlerin olduğunu...
Düşünürken öğrenebileceğimizi.
Bir çeşit bilgi ve kavrayış akışının her gün tesadüfi olmayan bir biçimde bize sunulduğunu...
Okulsuz kürsüsüz bir öğretmen olduğunu hayatın. 
Zırhlanmış kalplerimizi araladığımızda; zihnimizdeki iktidar alanlarını birer birer bıraktıkça güvende ve özgür olacağımızı.
Böylece hayattaki iktidar alanları için kendimizi, etrafımızı, bize değen, değmeyen insanları kirletmek, acıtmak, yok saymak, seviyormuş gibi yapmak, yalan söylemek, karşımızdakini geri zekalı sanmak gibi yanılgılarla yaşamak zorunda kalmayacağımızı.
Tüm bunlar kendinizle baş başa kaldığınızda gücünüze gitmiyor mu?
Sıcak uykular mı uyuyorsunuz, yoksa soğuk soğuk terleyerek uyanıyor musunuz geceleri?
Yaşıyor musunuz siz gerçekten?
Menotti yaşıyor mu? 
Evet sanırım hala sağ. 
80 li yaşlarında hala hayli karizmatik. Sigarayı da bırakmamıştır, eminim. Ben onu Arjantinde bahçesinde saha çimleri olan bir köy evinde hayal ediyorum. Arada köy çocuklarıyla tek kale maç yapıyordur. Akşamüstleri şekersiz “ yerba matte” sini yudumlarken Buenos Aires gecelerinde bıraktığı gençliğine bakıp gülümsüyordur. 
Dilerim yanında sevdiği kadın vardır. Bizde çorba deniyor orada Locro. Dilerim Locrosunu pişiren eller, kaşığı tencerede aşkla çeviriyordur. Çorba çok mühim.
Çok yaşasın Cesar Luis Menotti. Güzel yaşasın, sıcacık uyusun.
Değil mi ki; ta oralardan bana bu gün, tam da 7 Mayıs 2019 da; memleketimi, hayatı, sınırları, birbirine bağlı ipekten ipcikleri, o ipciklerin düğümlerindeki anı, anları, kavrayışı, bağlantıdaki bağlanmayı anlattı. Çok yaşasın.
Canım Menotti.
Y.İ









Thursday, April 25, 2019

BEN HER 23 NİSANDA AĞLARIM!

Ben her 23 Nisanda ağlarım. 
İlk kez 10 yaşındayken ağladım.
Bir daha da hiç susmadım.
Çok yıllar önce ben 10 yaşındayken; Ülkü Teyzemin kızı Elif okuduğu ilkokulun folklor ekibindeydi. Hafta sonları çalışmaları olurdu. Bir gün beni de götürdüler. Oturdum bir kenardan izledim. Sonra her hafta sonu izledim. Her şeyi ezberledim, her adımı, her ritmi. Aylarca o kenarda bişey olacak, beni de aralarına alacaklar diye bekledim. Biliyor musunuz insanın gözleri parlarken bir yandan da ağlayabilir içiyle.  Ben biliyorum. Çok istemek ve  imkansız olduğunu bilmek kalbe  çivi gibi saplanır zira.  Artık nasıl bakıyorsam bir gün hoca gelsene sen de  dedi. Galiba biri eksikti. Biliyor musun dedi. Biliyorum dedim. Adam beni ne vakit fark etmişti? Bildiğimi nereden bilmişti bilmiyorum. Aralarına kattı beni. Diyarbakır oynuyorlardı, oynuyorduk. Oynuyorduk çünkü ben kafamın içinde hep onlarla birlikte oynuyordum, rüyalarımda oynuyordum, oynuyordum.  O gün eklendim sıraya ve bir daha çıkmadım. Kalbimde açan çiçekleri anlatamam. Bütün dünyanın çiçekleri çocuk kalbimi kaplamıştı sanki. Bahara kesti ağaçlar. Sonra 23 Nisan yaklaştı. Ekip o hafta bir yarışmaya katılacaktı. 23 Nisan günümüydü haftası mıydı tam hatırlamıyorum. Şalvarlar geldi, kostümler, hele o kızların başlıkları... Benim dışımda herkes giyindi. Ben başka bir ilkokulun öğrencisiydim. Ekiple birlikte çıkmam imkansızdı. Öyle söylediler. Ülkü Teyzem çok uğraştı, yapamadı. O yarışmaya ben de gittim. Trübünden ekibi izledim. İçimde zılgıtlar çaldı, vahşi alaca kuşlar kanatlarını çarpa çarpa kanattı. Ben gülümsemeye çalıştım. Sonra bıraktım. Böğüre böğüre ağladım. O gün bu gündür her 23 Nisan ağlarım. Eskiden TRT deki çocuk şenliği gösterilerini hiç kaçırmazdım. Türkiyenin sırası gelinceye kadar tutardım gözyaşlarımı, hele Diyarbakır oynanıyorsa... Ağlarken bir de ah be ah be diye ağlardım.
Bu sene Masal Denizin okuldan haber geldi. Halk oyunları çalışılacakmış 23 Nisana. Katılmak istemeyen var mıymış. Masala sordum. İsterim dedi. Peki dedim. Ben piyano çalamadım çocuğum çalsın, ah izin verseydiler oyuncu olacaktım ama, benim çok güzel sesim vardı bi bilseniz ama işte bizim zamanımızda yoktu böyle şeyler annesi olmak da istemiyorum. En sevmediğim şey. Ama içimde bir tatlı sızı. Hiç ses etmedim. Hangi yöre diye sorasım geliyor, soramıyorum. Ah bir de Diyarbakırsa yandım ben. Neyse çok şükür Silifke oynayacaklarmış. Hoca sert diyor Masal. Çok bağırıyormuş. Kolay değil öyle Masal kaç tane çocuk diyorum. Hem ben de bağırıyorum öğrencilerime diyorum. Sen gerekli yerlerde bağırıyorsun ama anne diyor. Atanın sümüğü aktı da sümüğünü silmesine bile izin vermedi diyor. Disiplin iyidir, vardır bir sebebi sen çalış çocuğum diyorum. Gel zaman git zaman eve kostümler geldi. Masalın da ön iki dişi yok bir süredir,  çok tatlı... Giydirdim kıyafetleri, kontrol ediyoruz üstüne göremi diye. Dedim kızım bir fotoğrafını çekeyim... Yok çektirmem de çektirmem. Ananeme sürpriz olsun. Sen şimdi gönderirsin hemen ananeme diyor. Ah ben çok istedim olmadı çocuğum yapsın annesi olmamak için soru bile soramıyorum çocuğa gururumdan. İçimde yine o çiçekler tomurcuklanıyor da  manasız bi zamanda açmasınlar diye kendimi tutuyorum.
Ah işte geldi 23 Nisan! 
Çocuklar sınıfta sıra ekliyor. Öptüm Masalı, “ alkışın ışığın bol olsun, bin panter gücünde ol kızım” dedim. Bir kaç anne tuhaf tuhaf baktı yüzüme. Anne dedi Masal en önde olacaksın değil mi? Evet dedim. Yer bulamazsan yine yere oturur musun? Elbette Masal dedim söz . Yer çamur, çivi, diken,  dal olsa yine en öne otururum dedim içimden. Dramatize etmemeye çalışıyorum mevzuuyu, aman hiç kimse duymasın diye içimden...
Gittim en öne taşa oturdum.
1/C sınıfının sırasını bekliyoruz. Burnumun ucunda hafif bi karıncalanma var ama tutuyorum kendimi. Her sınıf başka bir yöre oynuyor. 2. Sınıfların bir şubesi çıktı. Adıyaman oynayacaklar. Ay çok severim. Son sırada bir oğlan var. Güneş gözlü. Nasıl mutlu. Yanında gölge öğretmeni. Bizim okulda bir kaynaştırma öğrencisi varmış. Otizmli. Çok mutlu, ama çok. Müthiş bir müzik kulağı var belli. Ah öyle  mutlu ki... Ağlamaya başlıyorum daha Masalı görmeden. Hiç ritm sekmiyor. Aferin oğlum aferin sana diyorum. Sesim giderek yükseliyor. Gözüme sürdüğüm ne kadar boya rimel varsa hepsi gözümün içinde. Sonra orakları alıyor çocuklar. Gölge öğretmeni orağı koluna takıyor. Gelip oturacaklar yere... Gelip oturuyor. Ama orağı eline aldığı an ne olacağını biliyorum ben. Herkes ekin biçiyor, o tek bir ritm kaçırmadan orakla kendi ilişkisini kuruyor. Hiç müdahale etmiyorlar. Başka bir dünyanın ekinini biçiyor o. Sonra omzuna dokunuyor gölge öğretmen, hep birlikte geri çekiliyorlar. Müzik devam ediyor, tek bir adımı şaşmıyor yine.  Biraz farklı salınıyor ama bu ona çok yakışıyor. Sonra selam veriyorlar. Aslan oğlum benim aferin sana aferin diye bağırıyorum. Artık iyice rezilleştim, koyverdim gitti. Folklor öğretmenin oğlana öyle bir sarılışı, sırtına öyle güzel bir vuruşu varki sahneden indirirken... Artık benim gözyaşım yaş değil yemin ederim başka bir şey. Masalların sınıfı çıkana kadar azıcık sakinliyorum. Sonra kızım geliyor, kınalı kuzum. Gözleri ananesiyle teyzesini arıyor yerleşirken buluyor, sonra hemen sahnenin önüne bakıyor beni görüyor gülümsüyor. Göz kırpıyorum, gülümseyerek. Gece uyumadan önce konuştuk. Ya şaşırırsam dedi. Ben de annem ben sahnede kaç kere şaşırdım bi bilsen dedim. Önemli olan ne biliyor musun? Ne dedi. Sahnedeki duruşun, enerjinin kuvveti sahnede sağlam durursan yaptığın hata güzelleşir. Sahnede mutluysan parlarsın Masal. Tamam anne dedi. Uyudu. Masal dans etmeye gülümseyerek başladı. Hep gülümsedi ve bir sürü hata yaptı. Artık ne ağladım siz tahmin edin. Gözüm ağladı yüzüm güldü. O yıllar önce içimde açan binbir çiçek kendine yer bulamadı açacak. O kadar çok kapladı içimi. 
Sonra her şey bitti. 39 yılın yaşı, külü silindi sanki. Sınıfa çıktım. Terini sildim, üstünü değiştirdim. Bahçeye çıktık. Gösteri bitmemişti. Sahnedeki ekip damat halayı oynuyordu. Eller havayaaaaa çapçap çapçap çap. İzleyicilerin arkasındaki boş alanda bizde durduk Masal ile halaya. Hiç öyle topuklu ayakkabı annesi değilim ben, hiççç utanmam, çamurada girerim kızımla, halaya da. 
Masal dedim ben galiba bu sene halk oyunu kursun a gideceğim. Oynar mıyım oynarım. Sen devam edecek miisn dedim. Yok anne ben jimnastiğe gitmek istiyoru dedi. Tamam dedim. O zaman ben halk oyunları kursuna gideyim, sen jimnastiğe git. 
Biliyor musun Masal okulunuzda Otizmli bir çocuk var. Senden önce sahneye çıktı. Begüm gibi mi? Begüm gibi annecim. Ben onu okulda hiç görmedim. Ben de hiç görmemiştim. Bi soralım emi hangi öğretmenin sınıfındaymış. Belki bir gün onu “ Pencere” ye ÇGST ye davet ederiz. Tamam anne. 
Bu tamam annenin çeşitli versiyonları vardır. Bazen hakikaten sinir bozucudur, bazen çok tatlı olur. Bu seferki bal gibiydi. Bal. 
Günün geri kalan kısmı hiç ağlamadan geçti.
Gözyaşlarım günlük 23 Nisan kotasını aşarak tamamlamıştı kendini.
Ben her 23 Nisanda ağlarım. Bu yıl da ağladım. Bu yıl ki; yaşlar hiç bir yılınkine benzemiyor. Çünkü Masal Denizle her şey güzelleşiyor.
Ha bir de gerçekten hiç bir şey tesadüf değil,  bak yeminle. Daha bir kaç hafta önce Pencere projesi için İstanbulun Sesleri şarkısının altında halaya duracağız dedim. Şaka sandılar önce. Duruyoruz. Her şey tuhaf bir biçimde birbirine bağlanıyor. Vallahi. 
Küçük küçük ilmekler atıyor hayat bize. Hepsini ustaca düğümlüyor. Bazımız göremiyoruz, bazımız görüyoruz. Bazımız takip ediyoruz düğümlerin yönünü, bazımız kayboluyoruz. Sebebi oluyoruz bazen birbirimizin, bazen sebepsizce savruluyoruz. Şimdi 10 yaşındaki Yonca o 23 Nisan günü böğürerek ağladı ve yıllarca ağlamaya devam etti diye çok mutluyum. Çünkü o Yonca bana çok yıllar sonra çok başka bir şey yaptıracak. O Yonca sevdiriyor bana türküleri bu kadar çok ve aynı Yonca beni bambaşka kıyıda tutacak. İçimdeki zılgıt, alaca kuşların kanatlarını kanatmadan uçuracak onları. 
Teşekkür ederim Masal kızı. 
26 Nisan 2019 
Annen

Masal Deniz 6 yaş 9 aylık.

Sunday, March 31, 2019

DİVAN

DİVAN.

Eskiden evimizde divan vardı. O divanların pileli etekleri olurdu. Mis gibi yıkar ütüler sererdi anneciğim.. Her gece yatmadan önce düzeltilirdi ki sabah kalkınca düzgün bulalım... Oturma odamız vardı bizim. Salona girilmezdi. Oturma odamızda divanlar vardı. İki tane , hayat onların üstünde geçerdi. Örtüleri eskidikçe yenisi dikilirdi. O divanlar çok güzeldi.
Komşu teyzeler Nivea el kremi kokardı hep. Hiç kot pantolon giymezlerdi. Akşam üstü 5 çaylarında hep etekli ten rengi naylon çoraplarıyla bacak bacak  üstüne atarak ince belli cam bardaklarını ojesiz elleriyle tutup birbirlerine yemek tarifleri verirlerdi. 
Sokak kapıları hep açık olurdu. Annem evde yoksa hangi komşuya gideceğimi bilirdim okul çıkışı. Benim favorim Türkan teyzeydi, mutfakta her zaman tazecik kurabiyesi ya da poğaçası olurdu okul çıkışları için. Zaten oğluna aşıktım. Karıncaların yuva yapışını izlerken evlenmeye karar vermiştik. Türkan teyzenin oğlunun üzerinde aslan baskısı olan bir tişörtü vardı. Onu giyince çok yakışıklı olurdu. İyice bi aslan kesilirdi gözümde. Yanaklarında  yazın artan çilleri vardı. Az konuşurdu Ufuk, ama biz anlaşırdık. Çok aşıktık.

Yaz akşamları biz sokakta oynarken babalar ikişer tek rakı atarlardı küçük çilingir sofralarında. Daha fazla değil. Anneler akşam yemeğinin bulaşıklarını yıkarken; babalar radyodan ya ajansı dinliyor ya da Müzeyyen Senar’a eşlik ediyor olurlardı. Babam arada alt kata anneme seslenirdi balkondan ; Halissss karpuzu dolaba koydun mu?  Halisss köfte at tavaya, Hüseyine göndereceğim balkondan.
Hüseyin amca fanatik Galatasaraylıydı. Babam Fenerbahçeli. Derbi maçlarından sonra duruma göre sokak kapılarına delik kova koyarlardı birbirlerinin çocuk gibi. Hüseyin amcaya cici baba diyordum. İsmimi o üflemiş kulağıma. Çok güzel içerlerdi bu adamlar. Her akşam 2 kadeh. Küçük tabaklarda az az mezelerle... Cici babam kulağıma ismimi okumak için 40 gün rakı sürmemiş ağzına. İsmimi kulağıma üflemiş sonra; Aliye demiş cicianneme, koy bakayım bi kadeh şimdi. Güzel adamlardı, bu adamlar. 
Kilimler  atılırdı sokak kapılarının önüne, anneler soluklanırken akşamüstü çocuklar dizlerinin dibinde azıcık oyuncakla kocaman oyunlar kurarlardı. 
Mutfaklardan hep güzel kokular gelirdi.  Hep... Can  çekmesin diye herkes çocukların ağzına bi parça kızartma atardı, bi lokma börek...Et kokutmak ayıptı. Et kızartırken pencere açılmazdı bizim sokakta. Ne güzel sokaktı. 

Babalar anneleri azıcık nazlasa, saçlarının iki telini insan içinde sevse annelerin yanakları al al olurdu. Yüzlerinde mahçup mutlu bir gülümseme, ellerini eteklerine siler gibi yapar, mutfağa kaçarlardı. Ah be ne güzel kadınlardı onlar...

Ramazanlar hele... O iftar sofraları, pide kuyrukları... Ne kıymetli idi o ilk zeytini besmeleyle ağzına atan babayı beklemek. Sucuklu yumurtalı, tarhana çorbalı sofralar. Anne beni sahura kaldır diye yalvarmalar... İlla teravihe gideceğiz diye tuttururduk biz. Bize beli lastikli uzun etekler dikmişlerdi bunun için . Sabah sokakta oynadığımız şortların üstüne çeker basma eteklerimizi abdest alırdık. Çok küçüktük, çok özenirdik, mahalleden bir kız secdede uyuya kalmıştı bir akşam. Güzelce alıp yatırıp üstünü örtmüştü büyükler. Giderken kucaklarına almışlardı.
11 ay rakı sofrasında oturan babalar içmezdi ramazanda, teravihe giden çocuklarının saçlarını okşar, ellerinden tutar camiye götürürlerdi. 
O günlerin hoşgörüsü kalbimi sızlatıyor bu gün.

Bir düğün dernek olsa nasıl tiril tiril giyinirdi herkes, bütün mahallenin gittiği düğünler en güzeli olurdu. 
Sinemaya, tiyatroya gidilirdi. Anneler yeminle döpiyessiz gitmezdi, babalar kravat takmayı severdi. Kolalıydı gömlekleri. Kol düğmeleri görgüsüzce değildi. Hangi parti onun partisiyse kol düğmesi o partinin düğmesi olurdu. Ya da yaka iğneleri. Şahlanmış beyaz at , 7 ok.  Kimse kimseye sen neden demezdi. Hiç böyle şeylerin kavgası edilmezdi. Fenerbahçe Galatasaray maçları için birbirinin kapısına delik kova bırakan adamlar seçim sonrası hiç dövüşmez. Demokrasi derdi. 

Ben çok özledim o sokağı, pileli örtülü divanları, o güzel mutfakları, o adamları, kadınları... 
Sevmenin, saygının gerçek olanını.

Bu gün oy verdim ben. Oy vermeye giderken azıcık düzgün giyinmeye çalışıyorum. Biraz makyaj yapıyorum. Kızımı güzel giydiriyorum. İpek başörtülerini hafifçe arkaya kaydıran, elleri nivea kokan kadınlar geliyor aklıma. Kolalı beyaz gömleğini gardroptan alışı geliyor babamın seçim sabahları gözümün önüne... Ayhan Işık bıyıklarını minik makasıyla kısaltışı. Devlete , Cumhuriyete duyulan saygının işareti idi büyün bunlar sanki. Kalplerine işlemiş gibiydi. Nakşedilmişti sanki her birine. 
Bu gün oy verdim ben. Masalın küçük ellerini tuttum. El ele mührün üstüne koyduk avuçlarımızın içini.
Çok özledim sokağımı bu gün ben...
Pileli gül desenli divanları...
Mutfaktan gelen kokuları...
Diz altı beyaz çoraplarımı...
Yemek tarifi defteri olan kadınları...
O güzel adamları, naif, neşeli  ama kuvvetli kadınları.

Babamı.

Wednesday, October 24, 2018

HAİN SEKOYA!


Sekoya.
Uzak bir bahçenin sekoyası konuştu benimle geçen gece...
Ben penceremin önünde, hani geçen tırtıl bastı diye budanan ağaca bakıyordum. 
Sekoyalar bulundukları iklimin etkilerini değiştirebiliyorlar.
Zaman onlar için çok yavaş işliyor. 1 yılda  kozalak veriyorlar. Boyu uzun, çapı geniş, ömrü çok. Dev ağaçlar...
Geçen gece uzak bir bahçenin sekoyası konuştu benimle...
Ben evimdeydim, sekoya bir bahçede.
Dedi ki; bir gölge arıyorsan eğer; sekoyaların dalları yana doğru uzar.
Gölgeleri geniş olur. 
Ama altında maydonoz bile yetişmez bilesin... Güneş almazlar, dalları o kadar sıktır.
Eğer güneş istiyorsan alt dalları budaman gerekir. 
Oysa ben bir bank hayal etmiştim o sekoyanın altında. 
Üşürsün dedi sekoya. Kış geliyor, soğuk olur buralar.
Kareli bir iskoç battaniyesi hayal ettim hemen.
Olmaz dedi. Işık almaz dedi, karanlık olur buralar.
Hey allahım dedim. Bankın etrafına mumlar dizdim hemen, bir daireye aldım kendimi ışıktan.
Ah dedi Sekoya, nasıl eser rüzgar burada bir bilsen.
Hain Sekoya! 
Peki dedim. Fener alırım yanıma. Hatta battaniyenin altında kitap bile okuyabilirim o zaman. Ne kadar yakışır Rilke şiirleri sana. Dinlemek istemez misin, sana birazcık okusam?
Şiir sevmem dedi Sekoya. Uyuyakalırım bana bir şey okunurken. 
Horluyorsun da sen o zaman?
Ağaçlar horlamaz dedi Sekoya.
Her şeye bir itiraz. Her hayale keski, bıçak, balta.
Son bi şansımı deneyeyim dedim.
Sekoyacığım şöyle yapsak o zaman; en güneşli mevsimde gelsem ben sana. Oraların yazı yaz mıdır? Sözü söz müdür?
Güldü Sekoya.
Dedi ki; her Sekoya duyguyla ekilir. Her bir dalı duyguyla yetişir. Hem yukarı hem yana doğru genişler tam da bu yüzden.
Eğer bir Sekoyanın altında güneşlenmek istiyorsan en alt dallarını budaman gerekir. Bunu yapabilir misin?
En alt dalların kaç boydur dedim. Yetişebilir miyim?
Elinle yetişebilirsin, ama gönlünle de yetişmelisin. Her bir dalımı keserken, bir duygumu budayacağını bileceksin. Her duygumu alırken seninde bir şey vermen gerekecek. Verebilecek misin?
Cevapsız bıraktı beni Sekoya.
Sessizce çekildim hayalinin gölgesinden.
Bu gün tam da neredeyse 1 yıl önceki gibi bir hastanenin bahçesinde; karşıma çam ağaçları çıktı. Sekoyalara benzeyen. Geçen sefer bir serçe konmuştu bir hastane bahçesinde bir dala. Bu sefer ağaçların dibinde bir kara karga. 1 yılda 1 kez kozalak veriyormuş Sekoyalar. Dev gibi ağaçlarmış Sekoyalar. Ben hiç görmedim. 
Budanmış bir ağaç, sekoyalara benzeyen bir ağaca yaslanmıştı. Altına oturmak istedim, çok gürültü vardı. Neden hastanelerin bahçelerinde bunca gürültü olur? 
Herkes sessizce beklese ya dedim kargaya. 
Uçtu gitti karga. 
Ne ağaçla ne kuşla sohbeti beceremedim. 
Eve geldim gecenin bir vakti. İki kurabiye dişledim. Bonbonlu pijamalarımı giydim. 
Sekoyaya dedim ki; erkenden uyuyacağım ben bu gece. Vallahi yoruldum. Kemiklerim sızlıyor inan olsun. 
Yat uyu dedi Sekoya.
Güzel bi şey der diye bekledim... Ses etmedi. Biraz daha bekledim... Yine demedi... Lal olmuş Sekoya. Bi hışırdadı, iki gerindi. 
Sonra fısıldadı kulağıma...
Kökleri çok sağlam olur Sekoyaların. Bir dalı yeter yangında yağsa üstüne, yeniden kök atar filiz verir.
Ne kargalar bilir bunu, ne de serçeler... Sır.
Tamam dedim. Sır. Gülümsedim.............
Y.






YONCA İNAL