Tuesday, October 11, 2005

İYİ OLMAK ZORDUR...

İyi olmak zordur, iyi biriyseniz, iyi biri olduğunuzu bilirsiniz...
Bu yükü taşımak zordur.
Ara sıra yaramazlık yapmak ister içiniz, başkası yapsa yakışır siz yapsanız yakışmaz. Bunu bilirsiniz.
Yinede içinizde küçük şeytanlar dolaşmaya başlar ve onlarla başa çıkmak iyi biri için daha zordur, daha tehlikelidir üstelik.
Çünkü pek de alışık olmadığınız bir kuytuda heyecanla kımıldanır içiniz...
Hani hayvanın tekiyim ben diyen biri için bildik bir durumdur bu; sonuçlarını bile, bile zevk alır da bu durumdan; sizin heyecanınız bir bedel ödemeye geldiğinde ‘bunu ben yapmış olamam; ben bu değilim’ noktasına getirir sizi.
Sıkıcıdır bazen iyi olmak, sizden hep aynı iyilik hali beklenir.
Yaptıklarınız, yapacaklarınız bellidir.
İşte bazen kendi iyilik halinize bir feyk atmak istersiniz...
Bunu layıkıyla beceremezseniz, iki kat sıkıcı biri olur, iyice sıkılırsınız kendinizden...
Oysa güzel olmalı bu kötülükteki, bencillik hali.
Öyle tahmin ediyorum.
Oysa sürdürmeyi becerebilmek hemen yılmamak gerekir kötü olmaktan.
Öyle tahmin ediyorum.
Çünkü;
Kötülük sabır istiyor, iyilikte bir sabırsızlık hali var.
İyiliği kötülüğe doğru iten , tetikleyen şey de bu olmalı; iyilikteki bu sabırsızlık hali.
Üstelik ara sıra kötü olmak öğretici olabilir.
İyiyi kötüden kalın çizgilerle ayırmak hayatı sıradanlaştırmaz mı?
Çocuklar daha korkusuzdur, daha kolay, daha çok kötülük yapabilirler çoğu zaman...
Onlardaki bir çeşit arayış bence, bir çeşit merak.
Hangi tarafta yer alacağımıza daha çocukken karar veririz, bazılarıysa hep ortada bir çeşit yarım vicdanla yaşar.
İyi olmak zordur, kötü olmak daha kolay...
Ama; hayatlarına iyi olmayı kalın bir çerçeveye oturtmuş olanlar için, kötülüğü merak etmek bir çocuğun saf arayışından daha tehlikelidir, verilen karar geri alınmaz.
Şimdi; dışarı çıkmak bir parka gitmek, salıncaktan düşmek, kedileri taşlamak, kuyruklarına basmak, üstümü başımı kirletmek, pis ellerimi yüzüme sürmek ve en yakın arkadaşımı tokatlamak istiyor içimdeki çocuk, oyunu bozmak istiyorum, hava güzel, kırmızı çıpalı elbisemi giyebilirim ve dizlerimi parçalayıp kanatabilirim, annem üzülsün diye..
Ama artık çok geç;
Yani çaresizim.
Bir çeşit çaresizlik hali benim için iyilik.
Kötülükse elime yüzüme bulaştırdığım bir çocukluk hali daha çok.
Bir çeşit huysuzluk.
Çaresizim yani.
Kırmızı çıpalı elbiseme sığamam...
En yakın arkadaşımın işi gücü var, diğeri uzakta, üçüncüsü hamile, 4.sünün bebeği oldu bile...
Bir temizlik alışkanlığım var yıllardır, pis ellerimi yüzüme sürmüyorum artık.
Üzemem annemi, dizlerimi geçeli çok oldu, çok gördü kanattığımı içimi...
Ve kedileri seviyorum yıllardır...

Thursday, September 15, 2005

AŞKLARIM AZ ŞEKERLİ TÜRK KAHVESİ TADINDA...

Tiryakiler için Türk kahvesi; hayatın kendisi kadar önemlidir.
Pişirmek ayrı bir sanattır, içmek, ikram etmek ayrı bir sanat.
Mesela pişiriyorsan; ne köpüğe boğacaksın kahveyi ne de köpüğü az olacak.
İkram ederken de yaşa, geleneğe göreneğe göre, ikram edeceksin...
Karşında ki; likörle mi alır kahvesini, badem şekeriyle mi, sadece suyla mı içer bileceksin, ya da tahmin edeceksin...
Bir de tepsi elinde ikrama çıkarken güler yüzlü olacaksın; hani yüzünde kahveyi yaparken de keyif aldığına dair izler olacak...
Türk kahvesi daha cezveyi ocağa koymadan önce başlayan bir ritüeldir, öyle olması gerekir.

Prensip sahibi biriyim ben.
Birinci prensip; Türk kahvesi içmeyenle arkadaş olunmaz, içmeyi bilmeyenle de dost olunmaz.
İkinci prensip; Türk kahvesi içmeyen adam dan adam olmaz, içmeyi bilmeyenle de aşk yaşanmaz.

Ben birine aşık olup olmadığımı; ona kahve yaparken anlarım...
Ona aşkımın bitip bitmediğini de...
İlkin de; hafif sekerek yüzümde bir gülümsemeyle seğirtirim mutfağa; ikincisin de sadece ona kahve yaparım, kendim içmem...
Aşıksam, daha çok kahve içerim gün içinde, değilsem tek kahve, sek.
Aşıksam; hafif bir mahcubiyet olur yüzümde kahveyi ikram ederken; hafif salınarak yürürüm yanına, mutfaktan ona uzanan yolun tadını çıkartırım, usulünce ikram ederim, heyecanlanırım, kahveyi içişini seyretmek isterim, bitirince, alnının kenarından öpmek isterim.
Değilsem; sehpanın kenarına kor, giderim.
Yani bir erkek ona aşık olup olmadığımı; ya da ‘artık’ aşık olup olmadığımı ona pişirdiğim Türk kahvesinden anlayabilir....

Ben kahveyi çok şekerli severim...
Bende az şekerli Türk kahvesi mevhumu yoktur.
Ben kahvesini benimle çok şekerli içebilen bir adamla şekersiz kahve içebilirim.
Çok şekerli kahvesinin yanında soğuk kocaman bir bardak su ikram ederiz, bende şekersiz kahvemin kenarına badem şekeri korum, yürür gideriz...
Ama Türk kahvesinde de aşkta da şekerin azı makbul değildir.
İçeceksen adam gibi içeceksin şu mereti...
Aşık olacaksan ya acı içeceksin kahveni ya çok şekerli ki; bütün aşklarım az şekerli Türk kahvesi tadındaydı demeyesin sonra...

Üçüncü prensip: Benle Türk kahvesini şekerli içebilen adamla, şekersiz Türk kahvesi içerim. Amma az şekerli içelim diyene usulen, o da hani kahvenin kırk yıllık hatırına, az şekerli kahvesini pişirir, sehpanın üstüne kor giderim...

Thursday, July 14, 2005

TATİL HABERLERİ...

Tatil yapmayı beceremeyenlerdenim... Her sene tatil programları yaparım, bazen gittiğimde olur ama sıkılır 3 gün sonra dönmeye kalkarım; yada planladığımın tersi istikametlere hareket ederim. Biraz arızalıyım... Alternatif sınıfın yaz eğitim kampından yeni döndüm... 18-24 Temmuz tarihleri arasında, Erdek de Otistikler Derneğinin 10.Entegrasyon yaz kampı yapılacak. Bende Tiyatro atölyesi yapmak üzere orada olacağım... Hem çalışıp, hem tatil yapmak benim gibi işkolikler için daha uygun sanırım... Aslında çok da heyecan verici, tiyatronun tatil tarihiyle bir türlü uymayan bu kamp, hayatımın çok da kritik bir zamanında iyi bir zamanlamayla önüme geldi, bir atölye ihtiyacıda olunca hayır diyemedim; üstelik uzun süredir görmediğim bir kaç öğrencimde orada olacaklar aldığım haberlere göre. Yani ADA Programım 24 ünden sonraya kaldı, provalar hemen başlamazsa birazda Sapancaya gidilecek sanırım, yada biraz anneyle yazlığa ... Ama hayatımı programlamak tabiatıma aykırı, belli olmaz... Dönünce ilginç geçeceğini tahmin ettiğim kamp anılarımı yazarım diye düşünüyorum, görüşmek üzere,sevgiler.......

Sunday, July 03, 2005

MALUM KIRIM TURNESİ...

Her ne olursa olsun seyahat etmeyi severim... Turnelere bayılırım... Ancak bu kez ‘iyi şeyler’ ve ‘kötü şeyler’ vardı... Görüşebildiğim dostlara epey bir anlattım,bakmayın çok eğlendik, görüşemediğim ve merakta olan dostlara ve orta noktadaki gurubuma da buradan bir Kırım turnesi hatırası yazıyorum, sevgiler...

İYİ ŞEYLER...
*Puşkin Tiyatrosu:
Kerç’in belki de tek meydanın da nefis bir bina ve Kerç de aldığım en güzel koku Puşkin tiyatrosundaydı: tiyatro, tiyatro kokuyordu bina, nefisti, çok tarihiydi, çok eskiydi, çok heyecan vericiydi... (en azından benim bildiğim tek meydanında yinede başka bir meydanı olduğunu sanmıyorum...)
*Oda arkadaşım: Sigara içmeyen biri olmasına rağmen yatakta bile sigara içmeme izin verdi, bir kere of demedi, hastalandım bana baktı, sabahları beni kahvemi hazırlayarak uyandırdı, Rusça bildiği için aç kalmamızı engelleyecek alışverişler yapabildik, bütün eşyalarını benle paylaştı, çok akıllıca ve uyanık davrandı her konuda; mesela su borularındaki sesleri takip ederek bitlenmeden önce sıcak suyu yakalamamızı ve turnenin 4. Günü yıkanmamızı sağladı, huzurluydu, beni yatıştırdı, güzel sohbetler oldu, bana sosyalist rejimi ve Bulgaristan da geçirdiği günleri anlattı; çok etkileyiciydi. Teşekkür ederim Sibel, çok teşekkür ederim......
*Deniz bisikleti: Neredeyse antikaydı; katamaran mantığıyla yapılmış, vitesli komik bir aletti. 1 Saatine 6 gırivna vererek koyun öbür ucuna kadar gittik Sibelle, inanılmaz güzel bir kayalık vardı denizin içinde, bizden başka kimsenin gittiğini sanmıyorum.
*Ara sokaklar: Heybeli adaya çok benzeyen, dar her birinin meydana ve denize açıldığı sokaklar vardı. Bol, bol fotoğraf çektim ve bir gece Erol hocayla sohbet ederken Rusların Bizans dan dolayısıyla yunan kültüründen (biliyorsunuz bu Atlantis’e ve Mu ya kadar gider...), nasıl etkilenmiş olduklarını dinleyince neden bu kadar Heybeli ye benzediğini anladım. Rusya da Rum evleri... Heybelide bizim evimiz ve Eftelya... Kerç de Hakanı, kardeşimi özledim... Birkaç gün sonra Heybeli de kalan son şişe Rus votkasını içiyor olacağız...
*Puşkin tiyatrosun da oynamış olmayı tercih ederdim ama maalesef şehrin biraz dışındaki Karabela tiyatrosunda oynadık; güzel oyun oldu. Gittiğimiz Festival AGONES festivali; bir antik oyunlar festivali ve ülkeye 2 ödülle döndük...
*Karabela Tiyatrosundaki Rus masallarının resmedildiği tablolar müthişti, halılarda öyle... Duvar kenarında beni öylece bıraksalardı saatlerce orada kalabilirdim.
*Tercihlerimde bir değişiklik yaratmadı ama hayatımda bu kadar güzel kadını bir arada görmedim. Bu maddeyi iyi şeyler listesine alıyorum çünkü sanat eseri gibiydiler. Benim boyumda bir tek kız gördüm oda sanırım 11 yaşlarındaydı. Bizim ekibin bütün kızları Hobitler şeklinde dolaştık... Ekibin erkeklerini şehirde bulmak her zaman kolay oluyordu salyaları takip ediyorduk. Bu da iyi bir şey sayılır, böylece hiç kimse kaybolmadı...
*Vişneli votka: Votka sevmiyorum, içkiyle de aram pek hoş değil ama votka içmeden dönülür mü dediler, son gece içtim, e havyarsız olur mu dediler yedim; iyi sayılırdı ama bir daha havyar yiyeceğimi sanmam....
*Bulgur pilavı: O kadar aç kaldık ki; Kırımlı Türklerin son gün ikram ettikleri bulgur pilavını unutamam... Ağladığımı söylemekten asla utanmıyorum, gerçektir!!!
*Sanat KERÇ de günlük hayatın bir parçasıydı... Her sokakta bir gösteri, herkesin elinde bir müzik aleti, tarih, mimari, sokak şarkıcıları, sokaklarda midillilere binen çocuklar, el oyması kolyeler haçlar, kiliseler, keman sesleri... Çok yoksullar fakat bizim asla sahip olamayacağımız bir kültürün içinde doğmuşlar ve buna sahip çıkıyorlar. Puşkin Tiyatrosunda Pygmalion seyrettim; bir oyundan çok bir dans gösrerisiydi ama müthişti...

KÖTÜ ŞEYLER:
*Berbat bir otelde kaldık: KİEV Hotel: Hayatımda böyle pislik görmedim, anlatamayacağım...
*Su yoktu, 1 kere sıcak su yakaladık, üst katlara hiç çıkmamış, dişlerimi bile şişe suyuyla fırçaladım.
*İlk gün otelde yediğim yemeğin ikinci lokmasında bahçeye koşarak, kusmaya başladım; bu tat ağzımdan hiç gitmedi ve dilim deki tat aklıma ne vakit düşse kusmaya devam ettim...
*Bir daha asla pişmiş hiçbir şey yememeye yemin ettim ve peynir, domates, ton balığı, kara ekmek ve kurutulmuş sucukla beslendim, a bir kez de patates kızartması yemişliğim vardır yalan olmasın... Bunlar tabii bulgur pilavından önce; bulgur pilavı çok önemli...
*Ruslardan hiç haz etmedim, kendimi ‘birazdan bizden sabun yapacaklar’ duygusundan hiç kurtaramadım.
*Bir Moskovalı Rus turistin ısrarla benle İngilizce konuşarak başlattığı ‘asılma’ operasyonu sırasında öyle korktum ki; 22: 00 da kaçarak otele döndük ve sinirsel olduğunu sandığımız ve 72 saat sonra geçirebildiğimiz bir alerjik durum yaşadım. Yüzümün sağ tarafı ve gözüm şişti tuhaf bir ödem oluştu ve uyuştu. Rus erkeklerine alerjim olduğu tespit edildi.
*Nemden, odadaki o pis kokudan ve sıcaktan neredeyse hiç uyuyamadım hatta 1 gece ağlamışlığım vardır. Yatağın içine parfüm sıkarak girdiğimizi hiç utanmadan söylemekten çekinmeyeceğim.
*Bu maddeyle birlikte bir yanlışı da düzeltmek isterim: Kırım Ukrayna ya bağlı bir muhtar cumhuriyettir. Başkenti eski adıyla Ak mescit yeni adıyla Simferepol dur yani ben Sivastapol filan diyip duruyordum Sivastapol Rusya da bambaşka bir yermiş, haberiniz ola... Ancak Kırımlılar kendi muhtar cumhuriyetlerinde bir azınlık gibi yaşadıkları ve özerkliklerini ele geçiremedikleri için, ha Rusya ha Ukrayna, ya Kırım... Bize de Türk boyu Tiyatrosu muamelesi yaptılar...
*Simferepol Kerç arası 3,5 saatlik bir kara yolu... Bize öyle bir otobüs tahsis ettiler ki Hint otobüsleri yanında hiç kalır bir kucağımızda tavuklar eksikti, bir de inek görünce durmadık. 3,5 Saatlik yolu 7-8 saatte gittik otobüs 5 kere su kaynattı, otobüsün içine dolan dumanda boğulmamak için kendimizi dışarı son kez attığımızda Kerç e 10- 15 km kalmıştı.
*Bu böyle uzar, gider... Kısaca böyle işte; şimdi tatil zamanı, sevgiler...

Thursday, June 02, 2005

... VE ADA EFTELYASIZ KALDI

Gerçek bir adalıydı, gençliğinin büyük bir kısmını ve son 5 yılını adada geçirdi, ama yazları her zaman adadaydı... Adayla arasında sessiz bir bağ vardı; hiç birimizin bilmediği sırları olduğunu düşünürdüm onu balkonda yalnız otururken her gördüğümde...
Adı Eftelya olmamakla birlikte biz ona hep Eftelya dedik, aramızda gerçek ismini unutanlar bile oldu.
Güzel bir kadınmış, ben tanıdığımda hala güzeldi.
Çok zengin bir hayatı oldu; komikti, hırçındı, onunla balkonda kahve içmek, sohbet etmek zevkti, eski İstanbul’u, eski adayı, kendini İstanbullu sanan herkesin bir de ondan dinlemesi gerekirdi...
Bu sabah Eftelyayı kaybettik; adada onun o çok sevdiği balkonunda oturduk, eski fotoğraflarına baktık, gün batıyordu ve ada her zamanki gibi çok güzeldi...
Bizim için Eftelya da güzeldi; en az ada kadar güzeldi...
Gitmeden önce bize zor günler ve pek çok üzüntü yaşatmasına rağmen; Ada Eftelyasız eskisi kadar güzel değil bizim için artık ama Eftelya Adaya duyduğumuz o büyük tutkuya rağmen eskisinden daha da güzel sanki...
Çünkü... Sanırım Eftelya bir semboldü. Hepimiz için... Tanıyanlar ve tanımayanlar için... Karşılaşmamış, tanışmamış olanlar bile tanırlardı Eftelyayı...
O kadar çok hikayesi vardı ki; biz anlatmaktan hiç sıkılmazdık, o da sağ olsun bize yeni hikayeler yaşatmaktan...
O adanın ‘hanımefendisiydi’ bu sabah 3 yıl önce yitirdiği ‘beyefendisinin’ yanına gitti.
Yaşamda da, ölümde de şifa vardır, zamanı geldiğinde birinden birini seçmemiz gerekir şifa onunla olsun...

*Canım benim, kardeşim, evin ışıklarını boş ver sen dün gece onun için gönlünün bütün ışıklarını yakmışsın, vicdanın rahat olsun, Allah sabrını versin, hep senleyim...

Friday, May 27, 2005

OLAY BİR KUYUDA GEÇER...

Olay bir kuyuda geçer... Malum kuyu kördür... Taş atarsın ses gelmez... Ayrıca; kör kuyuya taş atmak için illa deli olmak gerekmez... Kuyunun körlüğü geçicidir üstelik, geçici körlük adı üstünde bir vakit gelir, elbet geçer...
Kuyunun içini görebiliyorum... Derinliği derinliğimdir, içinde gerçekten su yok, kabul... yağmurla dolmaz, ne yapsan olmaz kabul...
Amma; kayboldum kendi kuyumda, o kadar içerde oluyor ki her şey, ne ben sebebim buna ne başkası... midemde bir bıçakla dolaşıyorum, kabul, amma sebebim değilim, sebebim değil...

Sanıyorlar ki o kuyudan hiç ses gelmez...
Diyorlar ki; ölüdür kuyu artık hiç bir şey, hiç kimse bu körlüğe kar etmez...
Oysa usul, usul konuşur içim...
Kuyu boştur, kuyu diktir, kuyu inatçıdır, kuyu gönül koyar, kuyu bataktır, kuyu karanlıktır, koyudur, kuyu yalnızlık sever, kuyunun içi kendim gibidir, gecedir, aydır, gün geceye aşıktır, gece hiçbir şeye kabul, hiç oldum, susuyorum kabul, susamıştır kuyu, susuzluktan susmuştur, içine gece dolmuştur kabul...

Ey, taş düşme içime, gelme üstüme, sesi yok artık içimin, sen ki öğrenmedin düşerken, öğretemezsin öğrenmeden...
Ey taş, durabilir misin düşerken?
Ne zaman ki; becerirsin yol almayı, iniş değildir bu yol, aşağı mı düşülür bir tek, o zaman çıkarsın belki yukarı...
Ey taş, sus da konuşma, bi dur, senin dilinin bu kuyuda karşılığı yoktur...
Ey taş, burası sakindir, nettir, bu yüzden içim karışır durur...
Ey taş, şişşşttt, gelme bak üstüme, taşı atandan daha tekin değildir içi kuyunun, kuyunun da delisi vardır, bilmezsin çoğu zaman sakin, sakin öylece durur...
Ey taş, gel düşme üstüme sen, aşağı mı akar sanırsın her şey, ya yukardaysam ben?
Ey taş, de hadi, yukarı çıkabilir misin düşerken..................

*İstedin, bende yazdım... Kuyu güzel metafor...

MEGAİRA

Arkadaşlar, kardeşler, dostlarım...
Çok soruldu artık bir açıklama yapmak gerekti. MEGAİRA Hades de yaşayan Erınyslerden biridir. Erınysler üç kızkardeş olup intikam tanrıçaları olarak bilinirler; ara sıra yeryüzüne çıkar alma mazlumun ahını diye çığlıklar atarak kötüleri yirlermiş. Bu kötülerde pek kötülermiş hani öyle pek de kolay değilmiş yimesi, bakmayın yani bunların intikam tanrıçası olduklarına işleri zormuş...
Neyse bunlar üç tane olup adları; MEGAİRA, ALEKTO ve TEİSİPHONE dir... Bilen bilir ben kimseyi yemem, böyle duygularla işim yoktur, 'şifa' diler geçerim; bu sayfanın adının Megaira olması biraz tesadüftür, birazda değildir... Okuldayken üç kişilik küçük bir çetemiz vardı; malum Megaira, Alekto ve Teisiphone... Şimdi iki kişi kaldık, bilmem zamam bizi yeniden biraraya getirir mi... Üçüncümüz bizimle değil artık, biraz eksik biraz yitik bir yerdeyiz onsuz, ne olursa olsun... Biraz bunun anısınadır bu isim, biraz da güzel bir söylenişi var, seviyorum bu ismi napiyim...
Ha bi de 'no men est o men' meselesi var. No MEN est O men = İsim kaderdir anlamına gelir latincedir, bu da böyle biline...

Ayrıca, bu sayfayı açarken gerçekten bu kadar çok okunup alaka göreceğini tahmin etmemiştim gerçekten, teşekkür ederim... Sürekli daha çok , daha sık yazmam gerektiğini söyleyen, yazdıklarımı takip eden arkadaşlara bir çift lafım var: Beni bu kadar şımartmayın, sağlam şımarırım bilirsiniz... Bi de çalışıyoruz herhalde işimiz gücümüz var her dakika nasıl yazalım, her yazdığımızı da buraya basacak değiliz di mi canlarım benim, bizim de kendimize göre planlarımız var yazdıklarımıza dair...
Öpüldünüz, görüşürüz, yazasım var bu gece, e bu gün yarın okursunuz...

Tuesday, May 24, 2005

O BİR PENGUEN Mİ, YOKSA KAYBOLMUŞ BİR JULİET Mİ?

Bazen önümüzü göremeyiz; görmemiz gerektiğini düşünürüz...
Bakarız, yine göremeyiz, aslında baktıkça göremeyiz...
Baktıkça, göremedikçe öfkeleniriz..
Aslında her zaman önümüzü görmemiz gerekmez...
Bir penguen olduğunu düşün; bir balkondasın, hadi Türk işi balkonun demirlerini hanım elleri sarmış olsun; mis gibi kokarlar bilirsin...
Üstünde ‘beyaz’ bir tütü bu kez... Ve saçların uzamış...
Bir Romeo beklediğinde yok üstelik, bir derdin var hayata dair...
Beyaz tütü giymiş bir penguenin bir balkonda ne işi var?
Ya da kendini penguen sanan bir Juliet niye tarihte kendini arasın her gece?
Bu senin tarihin mi, öyleyse niye korkar insan kendi tarihinden?
Herkesin geçmişi biraz karanlık biraz kanlı değil mi?
Bazen her şey bulanıktır, evet, bu doğru...
Ne istediğimizi biliriz ama oraya nasıl gideceğimizi bilemeyiz, bu doğru...
Bulanık bir suyun içinde ilerlemeye çalışan bir penguenin, balkonda Romeosunu beklemeyen bir Juliet den ne farkı var?
Her ikisi de komik değil mi?
Juliet in aşktan başka bir derdi olmadı; ya olsaydı?
O zaman bu kadar salakça ölmezdi şüphesiz...
Düşünsene ya çalışmak zorunda olsaydı Juliet, ya o kadar zengin bir ailenin kızı olmasaydı, varlığının sebebini aşkta aramasaydı sadece, bir sürü derdi olsaydı kendine, hayata, varoluşuna dair?
O balkona çıkabilir miydi?
Ya Penguen ola ki düştü bir oyunun içine, yazarın teki onu ‘taa Antartika dan...’ aldı getirdi koydu, biride oynadı bu rolü, pek de güzel oynadı, sonra büyüyünce bu penguenin bir çeşit Juliet olmayacağını kim söyleyebilir?
Yani Penguenlerden de Julietler çıkabilir diyorum!!!
Önemli olan Juliet olunca Penguen kalmayı becerebilmek...
Yani; penguen kalıp derdinin üstüne gideceksin arkadaş,içindeki Julieti de besleyeceksin ki buzlu balık pastasıyla falan, Öyle balkonlarda salak, salak hanımeli koklayarak ömrünü tüketmesin...

Bak buraya kadar her şey sana abuk sabuk gelebilir, ama pek çok mesaj içerir ha gizliden gizliye, ona göre okunmalı...

Şimdi ciddileşiyorum............................................................................................................................................................................................................................................çok ciddileşiyorum......

Biri yada birileri bir anda hayatımıza giriverirler...
Bazen isteyerek alırsın onları kapıdan içeri, bazen kendiliğinden olur, bazen de istemezsinde önceleri; olur a karşındaki dirayetli çıkar olmadık bir zamanda sevdiriverir kendini... Açılmadık kapıları açtırır sana, ‘bu kapı kapalı anca pencereden bakabilirsin...’ dersin bakmışsın ‘öteki’ kapıyı bulmuş içine sızmış bile...
Bence mesele kapıdan girdikten sonra başlar asıl; kalacak mısın, ne kadar kalacaksın, misafir mi edeyim seni yoksa kıvrılıp duracak mısın içimde bir yerlerde, hani buzdolabımın kapağını açabilecek misin istediğin gibi, ayakların üşürse benim çoraplarımdan birini giyebilecek misin gece uyurken, sızlanabilecek miyim sana, mızmızlanabilecek miyim, saçmalayabilecek miyim, ya sen bana? Dalga geçebilecek miyiz birbirimizle, abuk subuk konuşabilecek miyiz birbirimizin yanında, 4 filmi üst üste seyredebilecek miyiz, sıkılınca birbirimizden sıkıldım diyebilecek miyiz, hiç yargılamadan bakabilecek miyiz birbirimizin hayatlarına, omuz vermek gerektiğinde bir adım geride durabilecek miyiz, susmak gerektiğinde susabilecek miyiz, ben kendime bile fazla geliyorum şu sıralar dediğimizde yalnız bırakabilecek miyiz birbirimizi gitmeden, dost elinden bir kahveyi sevgili elinden bir kadeh şaraba tercih edebilecek miyiz zor zamanlarda?
Sınav içeri girmekte değil; içerde kalmayı becerebilmekte asıl, sonrası ne kadar içerde durabildiğinde...Derinlik bazen bir çift çorapta gizli, bazen bitmiş sigara paketine gitmeden önce sigara eklemekte, bazen de sıradan bir ‘Hindistan cevizine’ gülebilmekte birlikte...

Bazen biri yada birileri bir anda hayatımıza giriverirler...
Şüphesiz tesadüf değildir gelişleri...

Hoş geldin, hiç gitme hayatımdan, kalabildiğin kadar kal...
Hiçbir şey koymaz gayrı, dostun attığı gül yareler beni...
Bir gün gidersen habersiz git, sığ sularda bekletme beni...

Thursday, April 28, 2005

CENEVRE DE TÜRK KAHVESİ

Adam Cenevre de şehrin en büyük meydanında, bir kahvede oturuyor. Bir kiliseye bakıyor mu oturduğu yerden bilmiyorum; o meydana hiç gitmedim, ama o benim kiliseleri, sokak kahvelerini, kahveyi ne çok sevdiğimi biliyor...

Ben İstanbul dayım; gece... Ay sağ kenarından makasla kesilmiş bir çocuk resmi gibi; hüzünlü komik... Bana adamı hatırlatıyor; adam biliyor ki bu gece ay, yarın başka bir şey mutlaka bana onu hatırlatacak ve söz verdiğim mektubu yazacağım ona. Oysa biliyorum; o söz verdiği mektubu yazmayacak, yazamayacak bana ...

Mektubu benim için yazsın istemiyorum; bunu kendisi için yapsın istiyorum.
Ben onun için yazıyorum ama...

Biraz dağınık, kafası karışık, ‘zaman’ çoğu zaman bir sorun onun için artık.
Oysa zamanı durdurmayı o öğretti bana.
Durmayı becerebilmeyi, baktığını görmeyi yinede susmayı becerebilmeyi bazen, sevginin bir kokusu olduğunu, duymayı, yürümeyi, arsızlığımın keskinliğimin, bu durmaz durulmaz yüzümün gözümün inadımın altındaki beni o gösterdi bana.
Ben yaşamın içinde savrulurken; o kanatlarımı parlatan su gibi hep durdu.
Gitmedi; gelemedi de... Ama durmayı hep becerdi.

Beyazdır benim esmerliğime inat.
Durudur benim karmaşama inat.
Bir çocuk küskünlüğündedir kırgınlığı; ben bir yetişkin gibi küserim ona inat.
Ben hata yaptığımda; bir yetişkinin hak ettiği saygıyı görmek isterim.
O sevdiği hata yapınca; ertesi gün ateşi çıksın okula gidemesin ister bir çocuk gibi.
Severiz birbirimizi, bize ait, biraz sıra dışı, biraz zordur böylesi ama; pek çok şeye rağmen severiz birbirimizi. Bunu biliriz.

Bazen birini varolduğu için, bütün varlığınla seversin...
Özlersin; onun varlığının içinde olmak istersin...
Bunun için onu görmen gerekmez, dokunman gerekmez, sevişmen gerekmez...
Kendine bakarsın, içine, sizi birbirine bağlayan o görünmez saydam ipi kendi tarafından usulca çekersin...
O Cenevre de, birlikte hiç gidilmemiş o sokak kahvesin de oturuyordur, gülümser, eli kaleme kağıda gider ben o görünmez ipi usulca çektiğimde, ama yazmaz, yazamaz...
Kızmayacağımı bilir söz verdiği mektubu yazmadığı için bana...
O mektubu yazarsa; benim kıyılarımın keskinliğine çarpacağını bilir.
Bilir ki; ben hayatın içinde bütün dikliğimle dururken o kanatlarımı parlatan sudur...
Durudur; benim olmadığım kadar...
Korkusu bundandır; benim korkusuzluğumdan...

Belki de bu yüzdendir; görünmez bağlarla bağlayışımız kendimizi birbirimize...
O bende kendi gizli; dikliğini,vahşiliğini,sertliğini, yaşama açlığını görür...
Ben onda kendi gizli; naifliğimi, durulmaz sandığım içimi, kendi çocuk gözlerimi...
Çatışan, çarpışan, çırpınan ne varsa biziz...
Ölüme yakın uykulardan uyandık biz...
Uyuduk hiç uyanmak istemedik biz...
Birlikte uyumayı bıraktık yaşayabilmek için, yarı ölü yaşıyoruz şimdi biz...

Şimdi Cenevre de yada başka bir ülkenin herhangi bir şehrinde; şehrin herhangi bir meydanında, herhangi bir sokak kahvesinde, şekersiz Türk kahvesi içmek isteyip ekspresso içmek zorunda kalan bir adam var...
O adamı tanıyorum, birbirimizi tanımak için çok uzun bir yoldan pek çok acıyla geçtik...
Bizi birbirimizden başka tanıyan yoktur, sanmam...
Biz birbirimizin içinden geçtik ve her birimiz diğerinin içine kendinden bir parça bıraktı isteyerek...
Biz o parçalarla yaşamayı öğrendik, zor oldu ama öğrendik...
Sevginin bu olduğunu düşünüyorum, birbirimize emanet etiğimiz parçalarımızla yaşamayı becerebilmek....:)

Saturday, April 23, 2005

AŞK LUNAPARKTA GONDOLA BİNMEYE BENZER....

Aşk lunaparkta gondola binmeye benzer...
Venedik de gondola binmekle ilgisi yoktur; bu romantik imgelemlerin hepsi ilizyondur,gerçekten uzaktır,kandırmacadır... Bizim yumuşak taraflarımıza iyi gelen görüntülerdir sadece...
Oysa AŞK serttir, keskindir,sersemletir...
Aşk; venedik gondollarına benzemez düz değildir, öyle su gibi akmaz...
AŞK aşağıda ve yukarıdadır; ortada sadece yukarı çıkmak ve aşağı inmek için sadece bir an durur.
Lunaparkta gondol a binmeden 5 saniye önce vazgeçmek istersiniz, başınıza ne geleceğini hisseder içiniz; ama yinede kendinizi gondolda bulursunuz; tıpkı aşka düşmeden önce olduğu gibi...
Lunaparkta gondol bindiğinizde; artık inemezsiniz, oturduğunuz kabinin demiri kilitlenir ve yavaşça sallanırsınız, bu salıntının hız almak için olduğunu bilirsiniz, korkarsınız ama salıntının tadını çıkartmanızı söyler içinizden bir ses... Çıkartırsınız sizde; ama kısa sürer; aşk en tepeye çıkmak ister, rahat etmez, durmaz, bırakmaz, diktir aşk, kısa anların dışında huzursuzdur, kördür...
Kördür çünkü kapatmak istersiniz gözlerinizi, tıpkı lunaparkta bir gondol a bindiğinizde kapatmak istediğiniz gibi...
Daha az korkmak için kapatırsınız gözlerinizi, aklınızın gördüğünü, içiniz görmesin diye kapatırsınız, kapatırsınız, kapatırsınız ki ; içiniz aksın ona, aklınız görmesin...
Lunaparkta gondola bindiğinizde; gondol kendi hızını bulduğunda durmasını istersiniz, bitmesini, kurtulmayı, kaçmayı, yinede kalırsınız, acının zevke dönüştüğü tuhaf bir keskinliği vardır, aşkında, gondolun da lunaparktaki...
Aşk kendi lunaparkını inşa eder, bir farkla... Lunaparkta herkes görür sizi, yüzünüzü, nasıl çığlık attığınızı, demirlere nasıl sıkı, sıkı tutunduğunuzu, nasıl yalvardığınızı, nasıl hareket ettiğinizi, nasıl edemediğinizi...
Oysa aşkta; seyirciniz yoktur... Gözlerinizin nasıl parladığını fark eden bir kaç kişi çıkabilir ama; içinizdeki çığlıkları kimse duymaz...
Kimse bilmez sizin gizli öznenizi, kimse bilmez parmaklarınızın olur olmaz yerlerde ensenize gidişini, yüzünüzdeki belli belirsiz gülümsemenin nedenini, kimse bilmez itaat eden, direnen, sabırsızlanan, teslim olan, başkaldıran bedeninizin içindeki arsız sersemliği...
Sadece o ve siz bilirsiniz o gizli bahçenin içindeki zehirli arsız bitkiyi...
Lunaparkta gondol a binmekle, aşık olmak arasındaki tek benzerlik: kabulleniştir.
Çaresiz kabul edersiniz; kollarınızı açar ve yürürsünüz, yoksa aşk, aşk olmaz...
Yada gondol dan kusarak inersiniz...
Yada aşktan mideniz bulanır...
Zaten insan oğlu ikiye ayrılır, gondol dan inip kusanlar, yada yeni bir aşktan çıkıp başını dik tutanlar, dizlerinin titrediğini göstermeyenler...
Gondol a binmeyi yeniden deneyenler ve ikinci kez asla binmeyenler...
Aslında üçüncü yolun farkına varanlar da vardır; onlar içlerindeki aşkı dönüştürmeyi seçerler...
Nasıl bitmiş olursa olsun aşk, aşktır...
Bitti diyince bitmez...
Kendine özel bir devamlılığı vardır...
Dönüştürmezsen canını yakar, kör bıçaktır, alnının çatına saplanır, kalbinden çıkar, kan akıtmaz...
Dönüştürürsen; gülümsetir, bağışlatır, affedicidir, yargısızdır, can acıtır ama izin verir ki kanın aksın donmasın içinde...
Kendimizden çıkan aşkı kendimize çeviririz böylece, aşk bizim onda gördüğümüz kendimize ait bir yansıma değil midir?
Aşk yerini bulur, bize geri döner böylece...
Ondan bize kalan, onu ne kadar sevdiğimiz, ya da ne kadar, nereye kadar sevebileceğimizin geçmiş ihtimalidir sadece...
Ben 3. yolu seçtim.... 3.yolu seçerim her zaman, gondol dan gülümseyerek inerim, midem ne kadar bulanmış olursa olsun...
Aşk bir anlık cesarettir, gondol a binmekte öyle...
Önemli olan gondol dan nasıl indiğindir...


NOT: Ertürk’ e aramda hiç kan bağı olmayan kardeşime...
22 NİSAN 2005 Küçük çiftlik parkında çok yıllar sonra yeniden gondol a binişimin tarihidir...
Bakınız bir gondol a binmek neler düşündürüyor insana...
Sende gördüğüm kendimde gördüğümdür... Böyle biline...

Friday, April 15, 2005

SEYREDİN, OKUYUN...:))

Bütün günümü, CIRQUE DU SOLEIL DVD leri seyrederek geçirdim; çalışmak zorunda olmasam yarını da böyle geçirebilirim... Bulabilirseniz VAREKAI ve QUIDAM seyredin...
Müthişler,bir sonraki hayatımda mümkünse bir sirkte dans etmek istiyorum.
DR.ALON GRATCH-AŞKIN MANTIĞI OLSA... Okuyorum, hiç öyle geyik değildir adam sağlam bir psikanalisttir;Yalom seven dostlarım' duyurulur...

İSİM KADERDİR...

Kaderimiz ismimizde gizlidir...
Hareket kimliğimizi belirler...
Gidebilmek bizi belirler, kalmayı becerebilmek bizi belirler...
Hareketin içinde durabilmek bizi belirler...
Bazen içimize akar zaman, bazen dışımıza, zaman bizi belirler...
Seçimlerimiz bizi belirler, seçtiklerimiz bizi belirler, bizi seçenler bizi belirler..
Kimi sevdiğimiz bizi belirler, nasıl sevdiğimiz bizi belirler...
Sevmeyi beceremeyişimiz bizi belirler, niye beceremediğimiz bizi belirler...
Dostlar bizi belirler, kaybettiklerimiz bizi belirler, ölüm bizi belirler...
Kavgalar bizi belirlemez, nasıl kavga ettiğimiz bizi belirler...
Bazıları içimizden geçer, bazıları çarpar bize, bazıları doukunur değer geçer, bazıları uzaktan bakar, bazılar sadece bakar...
Kişisel tarihimiz bizi belirler...

Ekürime, aramda hiç bir kan bağı olmayan aileme, gidenlere, hiç gitmeyeceklere, gidemeyeceklere, yeni gelenlere, hiç gelemeyeceklere, yonca'nın yazmaca sayfasıdır...