Sunday, November 12, 2006

BEN BABAMI ÖZLEDİM...

Ben babamı özledim.
Çok özledim. Bazen çok yoruluyorum, bazen başa çıkamıyorum, bazen başa çıkmak istemiyorum, bazen her şeyi öylece bırakmak istiyorum, eskiden babam gitmeden önce, konuşurduk geçerdi, kızardı geçerdi, bir kere gülerdi geçerdi, babamın yanında ağlamak ne güzeldi, hastalanmak şahane bir şeydi, dünyanın en büyük şımarıklığıydı hastalanmak insan hep hastalanmak isteyebilirdi, anlardı, sezerdi, hep güvendeydim, kocamandı, müthiş bir göbeği ve Ayhan Işık bıyıkları vardı onları hiç kesmedi. Daha 5 yaşındayken meze yapmaya başladım rakı sofrasına. Peyniri çatalla ezer kırmızı biber ekler üstüne zeytinyağı gezdirir, maydanozla süslerdim. Hiç sarhoş olduğunu görmedim, hiçbir gece şekersiz Türk kahvesi yapılmadı babama, her sabah kolalı gömleğini giydi kravatını taktı 8 de işine gitti, bir gece önce ne kadar içmiş olursa olsun ... İçki içmesinin yasaklandığı son yıllar dahil buzdolabında her zaman bir küçük yeni rakı bulundurdu... Ara sıra kapağını açar koklar, yerine koyardı. Yemeğe bayılırdı, zengin sofralar, çok çeşit yemek severdi; çorbayla başlayan tatlıyla biten sofralar... Ailenin kadınlarının yemek yapmayı bu kadar seviyor olmasının sebebinin babamı mutlu etme isteği olduğunu düşünmüşümdür hep... Çok çalışkandı; hiç durmadı. Babamdan bana kalan en büyük mirastır, çok yorulurdu, hastalanırdı bir gün bile işe gitmediğini görmedim. Ama çok yorgun öldü.

Ne zaman eve yorgun gelsem babamı özlüyorum...
Okuldan, daha sonraları büyüyünce işten eve döndüğümde; Annemle babam salonda televizyon seyrediyor olurlardı.
Pufa kıvrılırdım; nasıl sığardım, orda nasıl rahat ederdim şaşırırdı babam, her defasında kızım belin tutulacak derdi ben ısrarla yerini bulmuş bir kedi yavrusu rahatlığıyla orada öylece uyurdum. Hayatımın en güzel uykularını salondaki kahverengi pufta uyudum ben... Annemle babam şimdi hiç hatırlamadığım bir sürü sıradan konudan bahsediyor olurlardı, kulağımda hep yumuşak sesler, fısıltılar olurdu, birde TRT ana haber ya da eski Türk filmlerinin tanıdık replikleri... Yeni demlenmiş çayın kokusu, ara sıra kaşığın ince belli bardaklarda çıkarttığı şıkırtı...
Bakkala gidip cumhuriyet gazetesi aldığım her Pazar babamı özlüyorum.
Bütün Fenerbahçe Galatasaray maçlarında, Arnavut köye her inişimde, Muazzez Abacı ne zaman ‘Bir ihtimal daha var.... ya da gülünce gözlerinin içi gülüyor...’ dese babamı özlüyorum ben.

Akşam üstleri mutfakta çay içiyor ve fırından yeni çıkmış el açması börek yiyorsak kapı açılıverecekmiş içeri girip ‘ Halis, of, of, döktürmüşsün’ diyecekmiş gibi geliyor... Babam çayı demlemiştir duygusuyla uyanıyorum bazı sabahlar ve akşam uyurken annemi öpmeye gittiğimde sağ yanında babam yatıyormuş gibi yastığına uzanıyorum... Hep birbirlerine sarılarak uyudu benim annemle babam, biz belki de bu yüzden hep çok güvende hissettik kendimizi. Her birimizle ayrı, ayrı ve özel ilişkiler kurdu. Hiç kavga etmedik, çok çatıştık ama susmayı ya da ne vakit konuşacağımızı bildik. Hücrelerimize işlemiş bir çeşit askeri saygı vardı ama korkmazdık hiç. Ne olursa olsun ertesi sabah aynı ‘günaydın’ la uyanacağımızı bilirdik.
Komikti; ona, buna, kapıdaki kedilere, erik ağacına, pazarcılara, bidonun kapağına, halının saçağına takardı, ve günlerce bir durum komedisi yaşanırdı evde.
Her şeyi önceden sezerdi; hayatımdaki bütün yanlış kararları önceden görmüş, söylemiş yine de yaşamama itiraz etmemiş yanımda olmuştur üstelik ben demiştim demeden...
Giderek ona daha çok benziyorum sanki; çok çalışıyorum, tatillerden 2 gün sonra sıkılıyorum, doktor ve hastalık sevmiyorum, bu sıra mutfak tezgahına taktım, kapıdaki siyah kediye bir bardak su atasım var, yatmadan önce soğuk süt içiyorum, arkadaşlarıma ‘hayır’ diyemiyorum, midem ağrıyor üzülünce sıcak su torbalarıyla uyuyorum geceleri ve babamınkine benzer gölgeler dolaşıyor artık benim gözlerimde de...

Peline, Özgeye, Serkana, Sercana her bakışımda babamı özlüyorum...
Sarı kızın ‘müyendis’ oldu babacığım, Serko arkasından gidiyor; çok yakışıklı oldu, hala kızarmış tavuğu çok seviyor ve sizin spor yazarları ve tavuk hikayeleriniz anlatılıyor Serkan her tavuk yiyişinde...
Kara kızın bir ara oyuncu olmaya niyet ettiyse de aile beni örnek gösterip vazgeçirdi özgeyi, turizm okuyor ve İspanyolca öğrenmek istiyor, Pelinle bendeki saf-salak hal onda görülmedi şükür yeri geliyo bizi topluyo valla.
Sercan son zamanlarda aşık olmak istiyor, hayatını msn den takip ediyoruz...
Ne yapacağına dair en ufak bir fikrimiz yok, sanırım kendisinin de... Bezdirici bir gevezeliği var; ağabeyim bana benzettiği için ben artık susuyorum o kadar fena yani... En son Alevilik ve Hıristiyanlık arasında kurduğu ilişkiler ve sorularla bütün bilgi- kitap- bağlantı noktalarını kilitlediği bir gece hepimizin pes ettiğini bilirim... Sercanla bir tartışmaya gireceksen apranaks-fortunu yanında taşıyacaksın genel felsefemiz oldu. Hepsi iyi yürekli vicdanlı yetişkinler oldu babacığım en önemlisi bu...
Ablamlar aynı huzur- sükunet; kitap, gazete, tereyağlı Konya yemekleri sarmalında yaşıyorlar. Büyük şef, Aycan 2. Üniversitesini bitirip işe girince kendini mangala- mutfağa vurdu... En son bize kek ve börek yapmışlığı var.
Ahmet Abim; çok sessiz ve derin bir acı yaşadı sen gidince...
Annem saçlarını hiç kestirmedi hiç boyatmadı ve bir daha hiç makyaj yapmadı; hep senin onunla olduğunu söyledi ve gülümsedi çoğu zaman ağlamaktan çok.

Bana gelince; hep sağdaki tekli spottan beni seyrettiğini düşünerek oynuyorum, beni son seyredişinde ağlamışsın vodvil oynuyorduk oysa; e pes yani, benim dışımdaki herkese gülmüşsün babacığım, mendil istemişsin annemden, hatırlıyorum o geceyi, hastaydın bir daha izleyemedin beni...
Biraz yorgunum; hastalandım alışık değilim hastalığa çok çaresiz hissettim kendimi ama toparlarım bilirsin...
Hayaletim iyi; çoğu zaman nerede olduğunu bilmiyorum ama o beni en zor zamanlarımda buluyor; bazen ben ona iyi geliyorum bazen o bana... En çok onun yanında ağlıyorum, en çok onun yanında kendim oluyorum, en çok onun yanında uyumak istiyorum ama bu mucizeden bize düşen sadece saydam güçlü bir ip. O da ne bu hayata, ne de bu hayatın gerçeklerine uymuyor... Biraz güneş, biraz zaman, birde altında uzanacak bir ağaç gölgesi varsa şanslı sayıyoruz kendimizi... Yine de her koşulda 10 dakika uyuyabiliyoruz kendimizi bırakmadan... Bizi bizden daha iyi tanıyan kimse yok ve kimse bizi bizim kadar sevmeyecek bunu biliyoruz ya da kabul ediyoruz... Zor ama güzel.
Denizin bir bebeği oldu. Hakan adada; yazın sıkça gidiyorum, bazen 1 kadeh rakı içiyorum senin için, Eftelya öldü ve annem onun şallarını alıyor omzuna bu kış...
Betül sığınağım... Bilirsin işte ne kadar güçlüdür, güzeldir, sağduyuludur.
Öğrencilerimden çok şey öğreniyorum ve birde Aliihsan var tabii... Hayattaki varlığı su gibi... Ertürkü tanımadın sen, Serabı tanımadın ne çok isterdim seni görmelerini...
Figo evlendi; bebeği olacak, çok güzel bir gelin oldu... Cico kayıp; ulaşamıyoruz... Banularla tatile gittik bu yaz; Emir şahane bi çocuk, aşığız birbirimize... Hala dalış yapıyorum ama sarozdaki ilk dalışlar kadar lezzetli değiller... İtalyaya gidemedim hala; sadece Vatikan şapeller vs üzerine okuyorum bolca... Hala ışıkları açık unutuyorum, geç yatıyorum ve kahvaltı edemiyorum... Hala saçlarım yarı ıslak atıyorum kendimi sokağa ve kedileri besliyorum sokaktaki... Hala beyaz ayımla uyuyorum, tek gözü ve burnu yok; annem ısrarla her 6 ayda bir çamaşır bakinasında yıkıyor onu... Hala çok akıllanmış sayılmam, hala biraz komik biraz deliyim, hala her an biraz sonra gidecekmişim gibi bi halim var ve hala gidemiyorum, hala o tuhaf sakinliğimin altında en manasız zamanlarda ortaya çıkan bir deli bakışı var ve hala kontrolü zor, hala kendimi odama kapıyorum ve artık kimse üst katın sigortalarını attırmıyor. Hala uzun süre aynı yerde kalamıyorum odamın dışında, hala bir sürü kalemim defterim cetvelim var. Hala inanmıyorum; kelimelerin ağızdan çıkan ilk hallerine, bazen inanıyormuşum gibi yapıyorum ama inanıyorum hala yazının gücüne.
Pelin olmasaydı dayanamazdım bir sürü şeye; senin yokluğuna da, başka yokluklarada hayattaki...
Artık yoksun; büyük bir yoksulluk yokluğun...
Ne zaman çaresiz kalsam, hastalansam, yorulsam, ne zaman biri beni incitse, ne zaman anlamadığım bişeyler olsa, ne zaman tıkansa bütün kelimeler, ne zaman bende karşılığı olmayan bir ‘hal’ le karşılaşsam; çocukluğumun yaz akşamları geliyor aklıma. Balkona kilim serer otururduk, ben başımı göbeğine koyardım, bir sürü saçma sapan soru sorardım sen ‘ yonca biraz az konuş kızım’ derdin, ben mırıldanarak uyuyakalırdım konuşmayı bırakmadan...
Hayatimin en derin, en güzel, en güvenli uykusuymuşsun sen baba; büyük yoksulluk yokluğun, güzel uyu......

Wednesday, August 23, 2006

TUHAF BİR YAZDI...!

TUHAF BİR YAZDI...

Bahar tadı vardı bu yaz yazda.
Baharların aklı karıştıran, cesaretlendiren ama yanılgıya düşüren, saydam, kırılgan, silahsız tadı.

Bu gün bir arkadaşım artık yazmıyor musun dedi; ona bütün yaz neredeyse her gün; kafamın içinde, uykumda bile, hatta gecenin bir vakti sabaha karşı uyanıp, ilk bulduğum kağıda, ne geldiyse, ne olduysa sürekli yazdığımı söylemedim. Saçımda kalemlerle uyanıyorum, yatağımın içi, çarşaflarımın üstü hep mürekkep lekesi, korkulu korkusuz bir sürü cümle... Kimi bağlantısız manasız, kiminden bir öykü belki çıkar belki çıkmaz...

Bazen uyanıyorum ve uyurken yazdığım hiçbir şeyi hatırlamıyorum; çok üzülüyorum, hemen yeni bir cümle kuruyorum ama eskisine benzemiyor. Yine üzülüyorum... Ben yitip giden cümlelere hayranım bu yüzden kendimden çıkamıyorum...
Tuhaf bir yazdı; bir kısmı ‘su’ da geçti. Su beni düşündüren bişey. Hatta şöyle bir iddaam var; en güzel su da düşünülür!
Tuhaf bir yazdı; bir kısmı yolda geçti. Gitmeye bayılıyorum. Sürekli gidebilirim...
Tuhaf bir yazdı; bir kısmı durarak geçti. Durmaya bayılıyorum. Gitmeye başlamak için durmak gerekir...
Tuhaf bir yazdı; gitmek için durduğum ya da durmak için gittiğim...
Tuhaf bir yazdı; çok fotoğraf kaldı geriye; hiç biri çekilmedi.
Mesela; bir salıncaktayız... Karşımızda bir erik ağacı var. Ben erik ağacının bir kızılcık ağacı olmasını istiyorum. O kapamak istiyor gözlerini erik ağacına... Ben haksızlık bu diyorum kızılcığa... O diyor ki; keşke kızılcık olsaydı ama değil, erik işte bu basbaya...
Mesela; ‘ su ’ dan çıkıyorum ve mutluyum... Herkes kedi yavruları gibi ıslak, üşümüş, ben yine de atıyorum kendimi suya, yorgunum ama iyileştirmiyor beni ayaklarımın değdiği hiçbir yer, en iyi su da düşünür insan, en iyi su da üzülür, ısınmak kolay...
Mesela; berbat virajlı bir yoldan iniyorum uzak bir şehirde; yetişmem gerekiyor ama yakınım ölüme ne zamandır biliyorum, korkuyorum ama yinede korktuğum ölüm değil, gülümsüyorum ama yine de acıyor içim... Bir serçe giriyor içeri, arabadan içeri, arabanın camından içeri, duramıyorum, korktuğum kendimin ölümünden çok onun ölümü elimde değil...
Mesela; bir bahçe... iki bahçe... bahçelerin hepsi aynı bahçeyi açıyor içimde... Hiçbir bahçenin sahibine diyemiyorum ben çok uzak başka bir bahçeye aidim diye...
Mesela; adadayım. Ben yarı adalıyım. Hem yaz, hem kış adalıyım... Ama adada hep yaralıyım... Uyanıyorum her sabah kilisenin çanıyla oysa hiç gidemiyorum o klisenin yanına, bahçesinden geçiyorum sabahları ekmek almaya, ama son dua mı bir klisede bıraktım, kıyamıyorum duamı geri almaya..

Yani tuhaf bir yazdı; çok yazdım. Özel istek üzerine bir takım saçmalıkları şimdi buraya da yazacağım; güzel okuyun, güzel uyuyun. Ben okuyamıyorum, ben uyuyamıyorum şu sıra... Gece yazıları bu yazın yazılarıdır... Hoşçakalın

GECE YAZILARI

Çeşitli tarihlerde ve çeşitli gecelerde yazılmış manalı- manasız cümleler kalabalığıdır!!!

- Savunma: Kendini savunmadığında daha mı savunmasız kalıyor insan; yoksa ‘savunmaaaaa...’ diye bağıran bir iç ses yüzünden daha mı savunmalı oluyor insan?

- Güç: Güç arayışımız en güçlümüzü bile güçsüzleştirebilir öyle ki; gücün doğasında kendiliğinden bir kaypaklık vardır... Bazılarımızı da kaçtıkça kovalar maalesef... Güçsüz biriyim ben dedikçe güç bindirirler sırtına adamın. İstemedikçe güçlenirsin... Ama sıradan olmak istemekte de bir güç arayışı yok mu? Çünkü sıra dışı olmak güçsüzlüğü baştan kabul etmek ya da kabul etmek zorunda kalmak değil mi?. Sosyometrik felaket! Doğrusu ben ne güçlüyüm , ne de güçsüz; ikisinin arasında mutluyum... Kaytarıyorum böylece... İstediğim vakit istediğim tarafa geçebilirim. Kendince bir güç bu da aslında. Bir seçim hilesi. Öyle değil mi?

- Kanatlar: Kendi ellerimle kırıyorum kanatlarımı... Öyle melek kanatları değil; bazılarının sandığı gibi... Kuş kanadı da değil hani; olsa, olsa haşlanmış fırına sürülmeye hazır bir tavuğun yumuşak sulu kanatları; tencereye sığmadığı için kırılanlardan. Nar gibi kızaracaklar ve lezzetli olacaklar benden bile. Çünkü hep yanlış anlaşılmıştır kanatlarım; ya yok sayılmıştır yada bir melek süsü verilmiştir kendilerine nedense... Ben de kızartmaya karar verdim onları; biraz kekik, zeytinyağı ve pul biberle. Böylesini severim doğrusu; şahane olur.

- Belden aşağı vurmak: Pek çok yolu olmakla beraber en pisi, seni çok iyi tanıyan birinden gelmesidir. İkincisi; karşındaki aynı zamanda oyunun hakemiyse pek fenadır. Bu durumda en iyisi hemen oyundan çıkmaktır. Ya da risk alır, oyunda kalır ve sende vurursun bu durumda nereye vurduğundan çok nasıl vuracağın önem kazanır. Bazen de şöyle bir şey olur; karşımdaki vurur ben öylece dururum, öyle güzel dururum ki bir daha vurmaya cesaret edemez. En sevdiğim durumdur; böylece vurmadan vurmuş olursun.

- Ay: Ay bakma gecenin bir vakti uyanır uyanmaz bana... savruluyorum... savuruyorum savruldukça... beni al, beni tut, konuş onunla... De ki; belkemiğinden bağlı sana, ne kalbinden, ne aklından, tam bel kemiğinden, bu yüzden dik duruyor sen yokken yanında... Ay konuş onunla... de ki suçlusun köklerini bıraktığın için ne aklına ne kalbine, suçlusun alnının çatından vurmuşsun onu, ne aklından, ne kalbinden, tam bel kemiğinden... Ay konuş onunla.....

-Ay hüzünlüydü
çekingendi
utangaçtı ve utanmazdı da –ne garip-

Gülümsüyordu fakat; şişmişti gözleri...

Makasla kesilmiş gibiydi yarısı

Yarısı arsızdı yarısı sessiz...

Bu gün peynir verirken eğildiğimde yüzümde ince bir çizgi bırakan kediye benziyordu gözleri...

Saçları yoktu ve babama benziyordu keli...

Ay yukarıdaydı ve ben aşağı da...

İkimizde olduğumuz yerde kalabilirdik, sorun değildi...

Arkadaş olabilirdim ben bu Ay la dert değildi.

Sunday, March 12, 2006

1-2-3-4-5-6-7-8-9....10.

1- ....eski bir kitap, tozlanmış biraz...
hiç ait olmadığım bir 'mit'e ait mavi bir kahraman
cebimde hiçbir şey yok senin için sakladığım
çok eskiydi her şey, tozunu bile almadım
bu gece dün gece gelecek
yalnız mıyım
ben hiç o mite ait olmadım
kendime aittim
hiç yalnız kalmadım

2- sürü sürgünde
çıplak ayak dolaşıyorum
zor olmuyor alışığım
ne ilk ne de son gece

tanırım tanıdıktır
cesaretle başlayan cümleler

ben cesaretle başlayan cümlelere hiç başlamadım
o mite ait değilim ben, hiç olmadım

3- ne dersek diyelim
uçuşuyordu saçlarım
ve şaşırtıcıydı polenlerle gelincikler
sokak kedileri ve tüm sokaklar
gecelerden korkmazdık
ve yinede uzatıyordum saçlarımı.
ne kadar dışında duruyorsak
o kadar çok gördüğümüzü sanırız
oysa daha çok acıtır içerde olmaktan bilemezsin
ben hiç o mite ait olmadım

4- ‘karmam’ karışık... kafam karma karışık...

5- uzun gövdeli ormanların içinde bir elftim.
Biraz peri kızı biraz cadı!
kimse bilmedi
herkes kendinin kahramanı oldu biraz
bir daha kaybolamam...

6- Sanırım sanılarla yaşamamalı insan
kendi mitimin kahramanıyım
ait olmadığım bir mite sahip çıkamam
cebimde hiç bir şey yok sakladığım
ben o mite ait olamam

7- hiç duru olmadım durulamadım ben
ne yüzüm gözüm ellerim ne içim
öyle görünse de yanıltıcı bir sakinlik... bendeki.
kızınca kendime hiç şaşırmadım

8- gündüzlerin en erken olanını severdik
gecenin en geç olanını
yine de baş edemediğim bir uyku
kahvaltı edemiyorum artık
ve pişiremiyorum gece yarıları salçalı makarna
yine de
severim içine mısır ve dereotu konmuş salatayı...

9- Bırakmak ipi yere düşüşünü görmek
inatla tutuşunu
sayıyorum içimden 1,2,3,4,5,6,7,8,9,

10- ... ... ... tuhaf yinemi zaman burkuluyor... ... ...